Resmi tarih anlayışının objektif özeleştirisi dahil, bugününden haberdar ve geleceğe umutla bakan, uluslararası çapta, özgüveni yüksek insan yetiştiren, bilim ve teknolojiyi rehber edinen, zengin kültürel, dini ve tarihi çeşnimizden esinlenen, dış dünya ile de uyumlu bir eğitim sistemi yaratılması en öncelikli hedefler arasında olmalıdır.
Hem sorunlarımızın hem de çözümsüzlüklerimizin hepsinin temelinde, aklın doğru kullanılamayışı var. Aklı doğru kullanmak, insan hammaddesinin değerlendirilmesi ancak iyi eğitimle oluyor. Yalnız bilgi birikimi değil, yöntem ve planlama, bağımsız düşünebilme yeteneği olarak da. Bunlar olmadıkça, nüfus büyüklüğünün askeri gücün, ekonomik dinamizmin, doğadaki elverişliliğinin ve kaynak bolluğunun pek önemi kalmıyor.
Özgür, sorgulayıcı düşünceye, tüketimden çok üretmeye, yaratmaya, paylaşmaya, kültürel aydınlanma dönemine zemin hazırlayacak ve ortak değerlere saygıya ağırlık verecek bir eğitim zorunlu.
Ne Oluyor İnsana Yatırım Yapınca?
Eğitim ve öğrenime yatırım, ekonomik büyümeyi ve bireysel ilerlemeyi ve eşitsizliği azaltmayı sağlamanın en temel ögesi olan insan sermayesinin oluşumuna/iyilestirilmesine katkı sağliyor.. Sadece işsizlik ve toplumsal dışlanmışlıkla mücadeleye değil aynı zamanda ülkenin geleceğine de yatırım olarak gorulmeli bu alana kanalize edilecek kaynaklar. Ekonomik, toplumsal ve teknolojik değişim sürekli esnekligi, uyumu ve yaşam boyu öğrenimi de zorunlu kıliyor. Nüfusun beceri temelinin yenilenmesi ve artırılması hükümetler, şirketler ve bireyler için son derece önemli bir kazanç.
İnsan sermayesine yatırım birçok OECD ülkesinde ulusal gelirin yüzde 10’una tekabül ediyor. Burada ilk öğretime harcanan kamu ve özel fonlar ile okul sonrasında birey ve şirketlerin harcadıkları paralar da hesaba katıliyor. Kaynakların hangi tür insan sermayesine yatırılacağı (erken çocukluk mu yüksek eğitim mi?) ve maliyetin nasıl dağıtılacağı (şirketler, bireyler ya da kamu makamları) gibi politika kararları gündeme geliyor.
OECD’nin “Human Capital Investment: An International Comparison” raporunda, insan sermayesi “ekonomik faaliyete ilişkin olarak bireylere kazandırılmış olan bilgi, yetenek, beceri ve diğer özellikler” olarak tanımlanıyor. Bunun geri dönüşünün nasıl hesaplanacağıni ise henüz tam olarak bilemiyoruz. Yine de eğitime yatırımın okulda geçen her yıl için bireye kabaca yüzde 5 ila yüzde 15 arasında ek kazanç getirdiğini varsayıyoruz. İlkokul, en yüksek geri dönüş oranına sahip iken ortaokul nispeten daha düşük, lise ise ortaokuldan daha yüksek getiriye sahip. Özellikle gelişme yolundaki ülkelerde eğitime yatırımın getirisi gelişmiş ülkelere kıyasla tahmin edemeyeceginiz kadar yüksek; zira islenecek potansiyel muazzam boyutlarda.
Başka bir OECD araştırmasında orta öğrenimin 1960-1985 döneminde OECD ülkelerindeki verimlilik artışına yıllık yüzde 0.6 katkı sağladığı ortaya konuldu. Dolayısıyla, insan sermayesine yatırım sadece bireylere değil tüm ekonomiye önemli katkı getiriyor. Dahası, ekonomik faaliyetlere ilişkin bilgi, beceri ve yeteneklerin yaratılması sadece işteki performansı etkilemiyor; ayni zamanda toplumsal davranışları da biçimlendiriyor. Yüksek eğitim standartlarına ulaşılması, daha iyi kamu sağlığı, daha düşük suç oranları, daha bilinçli çevre korunması, anne-babalık, siyasi katılım ve toplumsal dayanışma gibi olumlu yan etkiler de doğuruyor.
“Beşikten Mezara” Eğitim İçin
Tıpkı sağlık ve sosyal guvenlik gibi, eğitim de giderek daha karmaşık ve pahalı hale geliyor. Fırsat eşitliği bozuluyor. Çocuklarımızın neye ihtiyaç duydukları, onlara neler sunulması gerektiği, eğitim metodolojisi hızla değişiyor. Özel sermaye kârlı bir iş olarak gördüğü eğitim sektörüne daha geniş şekilde giriyor, kendi standartlarını getiriyor. Devlet-özel sektör eğitim kalitesi ciddi farklılıklar gösteriyor. Öyle görünüyor ki, gelecekte özel sermaye eğitim sektöründe daha aktif rol oynayacak. Peki bunun toplum yaşamına, ekonomiye, degerler sistemine yansıması ne olacak?
Özel sektör, sadece mal ve hizmet değil aynı zamanda eğitim sağlayıcı olabilecegini de kanitlayarak egitimde oncu bir rol ustleniyor. Burada ozel ve kamu menmfaatlerinin, degerlerinin nasil dengelenecegi onemli bir sorun olarak karsimiza cikiyor. Büyük şirketler ozel gereksinimlerine uygun personel yetiştirmek için kendi üniversitelerini kurmaya başladılar. İngiltere’de British Telecommunications’in, 125.000 çalışanına mesleki kurslar ve ihtiyaç duyulan alanlarda diplomalar veren bir üniversitesi var. Aslında bu eğilim kökleşmiş Amerikan deneyiminden ilham alıyor. Amerika’da toplam 1.600 şirket üniversitesi olduğu bildiriliyor. McDonalds’in halihazirda altı “Hamburger” üniversitesi faaliyet gösteriyor dünyanın değişik bölgelerinde.
Ülkemizde egitim, genellikle tablonun tamamina bakmadan, gelecek vizyonumuzun sacayaklari hesaba katilmadan boluk porcuk soylem ve politikalarla gundeme geliyor. Sozgelimi, Imam Hatip Okullari ve YOK ile ilgili son tartismalar aslinda kapsamli egitim stratejisi cercevesinde yapilmaliydi. O zaman getirilecek reformlar icinde bu iki konunun yerini ve onemini daha iyi kavramak, acik ya da gizli gundemin ne oldugunu cozumlemek mumkun olabilirdi. Perakende yaklasimlarla, ortak bir vizyon ve onun etrafinda guclu bir konsensus olusturmadan egitime dokunmak yarardan ziyade ciddi toplumsal gerilimler yaratacaktir.
Resmi mi, Eleştirel Tarih mi?
Eğitim sisteminde çoğu zaman bizi olduğumuz yere mıhlayan, özgüvenimizi zedeleyen tarih konusuna da yeni bir bakış açısı getirmek zorundayız. Çapraz kaynaklardan tarayıp da şanlı tarihimizin resmi tarih kitaplarına yansımayan karanlık ya da gri sayfalarını öğrendikçe insanlarımızda kimlik bunalımı ve güvensizlik derinleşiyor. Hem kendi içimizde barışarak köprüler kurmamız hem de komşularımızla barış içinde birarada yaşamaya devam etmemiz de tarihe taze ve onyargisiz bir yaklasim gerektiriyor.
Yazılmadıkça, tarih olamaz. Yazılmayan tarih, okunamaz. Okunmayan tarih, bilinemez. Tarih’in bilinebilmesi için: önce yazılması, sonra bütün toplumca okunması ve gelecek kuşaklara sürekli olarak okutulması gerekiyor. Tarihte olmuş bitmiş olayları kendi kapsamları ve koşulları içinde değerlendirmek ve bugünkü ilişkileri zehirlemesine meydan vermemek önem taşıyor. Varsa yanlışlıklar bunlar tarihciler tarafından ortaya konulur. Bilinçli ya da bilinçsiz açılmış olan yaraları sarmak ve yeni başlangıç yapmak için ortak çaba gösterilir.Tarihi hesaplar uzlaşı ve ortak fedakarlıklarla kapatılmazsa yeni başlangıçlar yapmak mümkün olamaz. Gecmise saplanir kaliriz, dusmanliklar nesilden nesile daha da kemikleserek devam eder.
Unutulmamalıdır ki, “politika” bir “görüntüler” dünyasıdır. Askeri güç ile medeniyetleri ezenlerin sonunda nasıl yıkıldıklarını tarih, edebiyat kitapları, ressamların eserleri ve klasik müzik parçaları uzun uzadıya anlatır. Önemlerine rağmen, kişiler, politikacılar, generaller ve amiraller, tarihçiler emekli olur. Geriye kalan, bir toplumun kültür ve uygarlığının yazılı-basılı göstergeleri olan tarih, edebiyat ve müzik’tir. Dünya meclislerinde ve diğer makamlarda karar verecek olanlar bu tarih ve edebiyat kitaplarını gençliklerinde okumuşlar, müziği dinlemiş ve etkilenmişlerdir. İster-istemez, o tür etkilerin altında karar vereceklerdir. Verdikleri kararların savunmasını, edebiyat kitaplarından alınan deyimlerle yapan politikacı az değildir. Kısacası, sürekli bir büyük savaş da, ticaret yarışına ek olarak, kültür alanında her gün yasaniyor. Bu kültür yarışmasına katılamayan toplumlar, geleceklerinden vazgeçtikleri gibi, gündelik ekonomik kayıplara da uğramaktadır.
Ne mi Okuyacağız?
Okumaya insanları özendirmek, merak uyandırmak çocukluktan baslıyor. Sonradan bu zevki kazanmak son derece güç. Kitap fiyatlarının el yaktığı ülkemizde adeta insanları okumaktan caydırmak için özel çaba sarfediliyor gibi geliyor. Özellikle Fransa’da iki çocuk okutan bir baba olarak kitap okumaları için çocukların önüne serilen inanılmaz kolaylıkları gözlerken ülkemizdeki durumdan üzüntü duymamak mümkün değil.
Bizim yolun yarısını geçtikten sonra öğrendiklerimizi, deneyim ve düşüncelerimizin çoğunu çocuklarımız bugünden kapıyorlar. İnsan ve doğa sevgisi, dürüstlük, onur, yardımseverlik gibi değerleri de okul, aile, arkadaş çevresinde kendi yorumlarıyla kazandıkça karada, havada ve denizde sırtları yere gelmez diye düşünüyorum. Çocuklarımıza bırakacağımız en değerli mirasın “kitabi” ve “hayati” eğitim olduğuna yürekten inanıyorum. Bütçelerinin en önemli bölümünü çocuklarına ayıran milyonlarca anne babanın da aynı görüşte olduğuna kuşku yok.
Okunası kitaplar
Birkaç yıl önce Sunday Times’da okurken bir kenara not etmiştim. Oxford Edebiyat Profesoru John Carey, geçtiğimiz yüzyılın kendince en iyi 50 kitabını seçmiş. Oldukça cesur bir girişim; zira sadece George Orwell, Evelyn Waugh, Thomas Mann ve D H Lawrence’un çalışmalarından birkaç örnek bile bu listeyi tek başına doldurmaya yeter. Carey’nin şu sözünü çok sevdim: “Başka insanların övgülerini papağan gibi tekrarlamanın anlamı yok” Mark Twain’in de bir vesileyle “klasik edebi kitaplar herkesin övgü düzdüğü ancak okumadığı kitaplardır” dediğini hatırlıyorum. Yalnız olmadığımı bilmek sevindirici.
50 en iyi kitabı seçerken tanınmış yazarların en bilinen eserlerinden ziyade daha az okuyucuya mal olmuş kitaplarını önplana çıkartmış: James Joyce’un “Ulysses’ini değil de “Portrait”ini; D H Lawrence’un “Twilight in Italy”sini; Aldous Huxley’in “Brave New World”u yerine “Those Barren Leaves”ini seçmiş. İstemeyerek liste dışında bıraktığını söylediği kitaplar da var: Nabakov’un “Lolita”sı, Powys’nin “Mr. Weston’s Good Wine”i; Somerset Maugham’in “Of Human Bondage”i gibi.
Herkesin satır aralarında mutlaka dolaşması gereken bu 50 kitaptan 10’unu da ben sectim sizin icin?
- Rudyard Kiplings, Traffic and Discoveries, 1904
- H G Wells, Bay Polly’nin Tarihi, 1910
- Maxim Gorky, Çocukluğum, 1913
- Jaroslav Hasek, Aslan Asker Schweik, 1930
- John Steinbeck, Fareler ve Insanlar, 1937
- William Golding, The Inheritors, 1955
- Gunter Grass, Teneke Trampet, 1959
- Jean-Paul Sartre, Sözcükler, 1964
- Clive James, Güvenilmez Hatiralar, 1980
- Kazuo Ishiguro, The Unconsoled, 1995
Okumak insanı özde sınırsız kılmakla birlikte, onu nüfuz edemeyeceği bir iç mekana da hapis ediyor aynı zamanda. Mevcut fizik mekanlar giderek küçüldükçe insanlar da kendi iç mekanlarına daha fazla kapanmak. iç dünyalarında daha geniş yer açmak ihtiyacı duyacaklar. Halen kitap okuyanlar ile okumayanlar arasındaki uçurum, aslında tüm kültürel bölünmelerin en büyüğüdür. Yaş, sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımlarının yarattığı bölünmelerden bile daha keskindir. Okuyan ve okumayan kesimler, birbirini anlamakta, iletişim kurmakta ciddi geçlük çekiyorlar. Okuyanlar, okumayanların kafalarını ne ile doldurduklarını merak ediyorlar. Şayet yarının yoğun şekilde doldurulmuş dünyasında okumak yeni iç mekanlar yaratmak bakımından herkes için bir “sağlık” ihtiyacı olacaksa, hiç kuşku yok ki, bu okuyan-okumayan uçurumu kapanmak zorundadır.
Kitaplar, sadece kağıt üzerine düşülmüş siyah işaretlerden oluşuyor. Basılı kelimeleri beyinsel görüntülüre dönüştürmek inanılmaz ölçüde karmaşık bir süreç. Alışkın okuyucular bunu anında yapiyorlar. Oysa film ya da TV kanalıyla geçilen görüntüler mükemmeli yansıtırlar. Bunlar aynen yansıttıkları şey gibi görünürler. Neye benzediklerini hayal etmeye, bunun için kafa yormaya pek ihtiyaç duymazsınız. Kitap okuduğunuzda ise hayal gücü sınırlarınızı, beyninizin ceperlerini zorlarsınız. Yaratıcılık gerektirir. Hiçbir kitap ya da sayfa herhangi iki okuyucu için asla aynı anlam ifade etmez. Tabii ki bunu söylerken okuyucunun gerçekte okuduğu metnin “yazarı” olduğunu ileri sürmüyorum. Bunu söylemek Chopin çalan bir piyanistin Chopin olduğunu iddia etmekle eş anlamlı olur. Ancak unutulmamalıdır ki okuyucu tıpkı piyanist gibi yoğun bir yaratıcılık çabası içindedir. Kağıt üzerindeki harflerden, cümlelerden beyinde imgeler, düşünceler yaratılir.
Son Söz
Yeniden hatırlamakta yarar var: Eğitimin temel amacı, kişilerin ilgi, istek ve yetenekleri de dikkate alınarak, düşünme, algılama, araştırma ve problem çözme yeteneği ve kişisel sorumluluk duygusu gelişmiş, yeni fikirlere açık, kültürel değerleri benimsemiş, demokratik tavırlar gösterebilen ve beceri düzeyi yüksek insan gücünün yetiştirilmesini sağlamaktır.
Onun için gelin hem nüfus büyüklüğü hem de hoşnutsuzluk bakımlarından yükselişe geçen genç insanlarımızı “saatli bomba” olmaktan çıkartıp, onları yaratıcı, üretken, etik değerlere sahip, yerel değil uluslararası çapta yarışan, özgüveni yüksek birer varlığa dönüştürelim. Toplumun tamamını “yaşamboyu öğrenim” sürecine dahil edelim. Eğitim stratejimizi de bu doğrultuda geliştirip hemen uygulayalim. Inanın, işte o zaman Türkiye’yi kimse tutamaz. Acelimiz var; zira, çok geç kaldık. Maliyet her geçen gün artıyor.