Not : Bu makale Ankara terör saldırısı öncesinde hazırlanmıştı. Ama bugün, o andan daha da anlamlı hale geldi. Artık herkesin aklını başına alması ve ne yapılacağına dikkatle bakması lazım. Çözüm Ankara’da değil. Çözüm birlikte olmakta ve oynanan oyunu tersine çevirmekte. Aydınlar, akademisyenler, sanatçılar artık lagaluga’yı ve alay etmeyi, eleştirmeyi bırakıp, kendi oyunlarını kurmaları, kendi stratejilerini geliştirmeleri lazım. Aksi takdirde hep birlikte “loser”ız. Hep birlikte kaybedeniz. hep birlikte seyirciyiz. Hep birlikte “anlamıyorlar ki” denilen yüzde bilmemkaçtan daha aptalız !!!
“Beni Siz delirttiniz”; Bunlar Cem Karaca’nın sözleri. Dinlerken “nasıl da yazmış.. ahh..” dediğimiz ve kıymetini bilemediğimiz bir müzik dehası. 1970lerin muhteşem müzik ortamında yetişen Fikret Kızılok, Barış Manço, Selda ve diğerleri ile birlikte ilerici ve eleştirmen bir müzisyen. Herbir şarkısı muhteşem. Aşağıda bu şarkıyı dinleyebilirsiniz.
Şarkısında yer almayanları da ben anlatayım; Dün bindiğim taksideki adam filozofça dedi ki; “abla bizim ülkeye otoriter adam lazım. O nedenle boşver, şöyle, böyle ama işte”. Aynı cümleyi 1 hafta önce AKP’ye inanmayan bir devlet memurundan duydum; “napacaksın.. halk böyle.. biz asker ırkız, birilerinin bize emir vermesi lazım”.
Bu ifadeyi ilk duyduğum kişi ise Orhan Pamuk. Son kitabıyla ilgili TV’daki bir söyleşide “Bu Ortadoğu halkları otoriter bir lider istiyor” formatında bir şeyler söyledi.
Otoriter Adam istiyorduysak, İnönü Neden devrildi?
Yani kafaya çakılmaya çalışılan yeni fikir bu; “biz kendi kendimizi yönetmeyi beceremiyoruz, sultanlığa geri dönelim”. Heryerde bu işleniyor ve insanlar da herhalde başka çare yok demeye başlamış gibi gözüküyor.
Peki ama o zaman 1946 seçimlerinde, İnönü neden devrildi?
Madem biz “otoriter” adam arıyoruz, madem biz “tek adam” arıyoruz. Neden İsmet İnönü ölene kadar o koltukta kalamadı? Neden devrildi?
Çünkü, İnönü bir diktatördü. Dönemini 1988’de vefat eden çok kıymetli bir gazeteci olan Nimet Arzık –ki İnönü’yü, Menderes’i, Erbakan’ı, Süleyman Demirel’i ve döneminin kayda değeri her kişisini –mesela Hacı Sabancı—yazmış—kaleminden okudum. Kıymetli bir tarihi tanıklık olmuş.
“Bitmeyen Kavga İsmet İnönü” kitabını okurken, kitaptaki bakanların ve İnönü’nün isimlerini değiştirin, yerlerine bugünün liderlerini, bakanlarını koyun, ya da bir önceki hükümetin, ya da daha önceki hükümetlerin, ondan önceki hükümetlerin.. Değişen nedir? Hiçbir şey !!! [1]
Yani Davutoğlu ya da Erdoğan CeHaPe zihniyeti derken söyledikleri haklı mıdır? Evet haklıdır. Ama sadece bir tek Soma’da olanlara bile baksak, acaba kendileri farklı mıdır? Ya da daha önceki hükümetler farklı mıdır?
CHP-DP-AP-ANAP-MHP-AKP Hepsi Aynı Noktada Buluşur; Bürokratlardan Kurulu Partiler
Farklı değiller. Çünkü hepsi birbirinin aynı. Bir oyundur gidiyor. Halkı dün de bölüyorlardı, bugün de bölüyorlar. Çünkü menfaat öyle oluşuyor. Ama kendileri kolkola. Hele menfaat sözkonusu oldu mu? Seyreyleyin durumu. Gazeteciler bunu daha iyi görüyor.
Farklı değiller, çünkü genelde temelleri “devlet memurluğu”. Nimet Arzık, kitabında İnönü’ye “sen Osmanlı bürokrasisinin devamısın. Sen Padişahsın” diye seslenir. Arkasından gelen Menderes bürokrasiden gelmiyordu ama alışkanlıklar vardı, lider ve partisi için gayet de hoştu bu alışkanlıklar ve durum değişmedi. Zaten gerisi bürokratlardan ibaretti. Yani o dönem de bürokrasi krallığı oldu.
O gün, bugündür, devlete bir yolla kapağı atmış insanların yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. Yani “bürokrasi cumhuriyeti”nde. İçlerinde mutlaka kıymetli insanlar da olan ama arada iş bulamadığı hatta bulamayacağı için torpille ancak devlete kapağı atmış olanlar % 70-80’dir. Kiymetli olanları da arada ya sindirirler ya da yokederler zaten. Bu vizyonsuzlukla, cumhuriyetin 90 yıl sürmesi bile mucize gibi.
“İstanbul ne yaptı ya da yapardı?” derseniz; İstanbul geçmiş yıllarda, bu adamları yönlendirerek (bazen rüşvet, bazen rica, minnet) işini gördüğünden fazla aldırmadı. Hatta önceki yıllarda bu durum daha çok beğenilirdi bile. Çünkü yönetilebilir bir durumdu.
Ama AKP bunu değiştirdi. Çünkü AKP kendisi için çalışıyor. Kaynakları gayet organize bir şekilde kendisine yönlendiriyor. Bunu yaparken de –Kenan Evren’in kanunla engellemesinin işe yaramadığını gördüğü için–, bir yandan alışkanlıkları, dolayısıyla toplumu ve en önemlisi yönetim tarzını değiştirmeye çalışıyor. O nedenle de, kendisine uymayan herkesi sırayla yerinden ediyor ve sonra içeri atıyor.
Öncekiler kanunlarla yaparlardı. Mesela dönemi tartışmanın önüne kanun engeli koyarlardı. Bunlar daha ileriye gidiyor –yani evrimleşiyor—dolayısıyla oyunun kurallarını yani yönetimi değiştiriyorlar.
Değiştirirler de, çünkü karşılarında evrimleşemeyen seyirciler var. Kenan Evren ya da 1960 döneminde de seyirciydiler. Bugün de seyirciler. Düz vatandaş olmanın sorumluluğunu bile öğrenememişler. Demokrasiyi hediye olarak almış ama akademisyenliğin ya da sanatçılığın ya da aydınlığın sorumluluğunu yerine getirmek yani çözüm bulmak, hukuki ya da sanatla mücadele etmek yerine, oturduğu yerden eleştiri yapan, üstelik çözümsüz eleştiri yapan, alay eden, espri yapan, küçük gören bir hareket tarzını benimsemişler.
Sizce kim aptal?
Biz Bölündük mü?
Son zamanlarda en çok duyduğumuz ifadelerden birisi bu. “Bölündük mü?” sorusuna şöyle cevap verelim; CHP-DP zamanında, CHP kahvehanelerine, Demokrat Partililer, DP kahvehanelerine ise CHP’liler gidemezmiş.
Daha sonraki dönem malum 70’ler, CHP’nin ilerisinde olan sosyalistler (genellikle Devgenç-Halkın Kurtuluşu Cephesi vs gibi gruplar) ile ülkücüler (MHP tabanı) savaştılar. Hem de silahlarla.. Gece 6’dan-7’den sonra sokağa çıkmaya korktuğumuz, sinemaya gidemediğimiz zamanlardı.
Sonrası yine malum Kürt olayı – PKK ortaya çıktı. Ama Alevi ayrımı zaten hep vardı. Yavuz Sultan Selim zamanında, daha iyi şartlar veriyor diye Şah ismail’e iltihak etmeyi düşünen Alevi’lere uygulanan zulüm, o zamandan bu zamana sürüyor gidiyor. 1970’li yılların Çorum olaylarına bakın, birilerinin “Aleviler filan camiye bomba attı” iftirası ile başlamıştı. Sivas katliamı daha yeni meydana geldi.
Yani “garp cephesinde yeni bir şey yok”. İmparator olmanın getirdiği “n” ırk, “n” din ya da görüş olduğu sürece bunları gıdıklayanlar hep olacaktır. Bu ABD olabilir, Avrupa olabilir, Rusya, Çin olabilir. Önemli olan bunları seyretmek değil, bir araya getirecek fikirler, romanlar, filmler, projeler yaratmak, hukuki davalar açmaktır. Yapabildik mi?
Ben şahsen yine de bu ülkede insan sevgisi olduğu ve o nedenle çok çabalayanlar olduğu halde hala bölünmediğimiz düşüncesindeyim. Bu nedenle yeni fikirler, projeler, filmler üretmek gerekli. Daha geç olmadan.
Biraraya getirmeyi politikacılardan beklemek hayaldir. Onlar “böl, yönet” demeye çalışıyorlar. Bu yazının başından itibaren ana fikri de budur. Biraraya getirmeyi ancak aydınlar, sanatçılar, akademisyenler ve vatandaşlar yapabilirler.
Peki Aydınlar, Akademisyenler, Gazeteciler Neler Yapıyor?
Bu “neler yapıyor”a baktığımızda müthiş bir komedi eseri yaratılabilir. Mesela TV programında “Peki bu konu neden demokrasiye ters” diye herhangi bir soru soran spikere “Çünkü Avrupa Birliğinde öyle değil” diye abuk bir cevap veren kocaman profesörlerimiz var. Öylesine SIĞ, öylesine BOŞ.
Kendi kültürünü anlayamamış, oluşturamamış, başka birilerinin kültürüne göre yaşamayı marifet zannediyor. Avrupa’dan aferin alınca ödevini yapmış öğrenci mutluluğunu yaşayan.
90 yılın rahatlığı içinde, kendisi dışındakilerle, mesela başörtülü kızlarla ya da Kürt sorunu ile ilgilenmemiş, fikir, düşünce geliştirmemiş, yeri geldiğinde askere ve Atatürk’e küfür etmiş ya da eleştirmiş. O dönemleri anlamaya çalışmamış.
O dönemde bize hediye edilen demokrasiyi bir adım ileriye götürmeye çalışmamış. Olduğu yere kazık çakmış ama bir adım ileriye gitmemiş.
Laikliği bile “laikçilik” formatında kullanıyor. Aynen dini kullananların “dincilik” yapması gibi.
Başörtülü kızlara merdiven altında, “takma” diyen saçmalığa dur!! dememiş, bu konuda fikir üretmemiş ama önüne getirilen bir dilekçeye imza atmayı “görevimi yaptım” sayıyor. Onun Facebook’ta paylaşım yapmaktan farklı olmadığını anlayamıyor.
Ülke sağdan, sola, soldan, sağa dönüp dururken, kardeşler birbirini öldürürken, “neden oluyor?” diye düşünmemiş, sadece ortaya bazen eleştiri kırıntıları fırlatmış. Ama genelde onu bile yapmamış. Askerler hukuku katlederken, seyretmiş ama bugün oturduğu yerden o dönemi eleştiriyor ve yine de asıl probleme değinemiyor.
Onlar yani “aydınlar”, son 15 yıldır da çok meşguller. Dalga geçmekle ya da eleştirmekle meşgul “Eminanım şöyle dedi.. hohoho” ya da “Erdoğan bunu yaptı hohoho” ya da “Davutoğlu şöyle dedi” şeklinde paylaşımlar yapıyorlar.
İyi de, Erdoğan ya da Davutoğlu ya da diğerleri “size konuşmuyor”. Onlar kendi hedef kitlelerine konuşuyor. Sizin buradaki alay etmelerinizle, ancak kendi kendinizi tatmin ediyorsunuz. O kadar. Onlar hedefine iletmek istediğini iletiyor. İnanmazsanız, seçim sonuçlarına bakın.
Siz gülmeye devam edin, ama bu arada altınızdan iskemle çekiliyor. Birazdan düşeceksiniz. Hani çözümleriniz? Hani fikirleriniz? Hani yol göstermeleriniz?
Haa eğitiminiz var.. Bravo.. Haaa zekanız onlardan daha yüksek. Hadi ya.. öyleyse “işe yarar kaç tane çözüm ürettiniz?”.
Bu arada strateji neydi? Düşmanımın düşmanı dostumdur filan mı? “Yetmez ama Evet”ti. Ya da “AKP kazanmasın diye HDP’ye Oy Ver” idi. Aydınlar sadece bu kadar mı düşünebiliyor?
Sorun Biziz
Zaten sorun hükümet ya da siyaset değil. Sorun biziz. Halk ve daha önemlisi aydınlar. Hiçbir demokratik ülkede, haklar verilmedi, alındı. Mücadele edildi. Bize hediye edilmiş demokrasi ise bu kadar yapabildi. Çünkü üzerine bir tuğla bile konulmadı.
Dün uçakta “Suffragette” filmini izledim. 1900’lerin başında İngiliz kadınların “oy hakkını” alışlarını izliyorsunuz. Nasıl zorluklar çektiklerini ve nasıl fikir ürettiklerini, karşılarındaki koca İngiliz hükümetini nasıl yendiklerini anlatılıyor.
Peki ülkemizde; aynı şekilde hakkını aramak mümkün mü? Neden olmasın? İngiltere’de elde edilen haklar ya da Fransa’da ya da İngilizlere karşı Amerika’lılar daha rahat koşullarda mıydılar? 1900’lerdeki iletişim koşulları, demokrasi koşulları daha mı iyiydi?
1960 olayının üzerinden tam 55 yıl geçti. Peki “neler olmuştu?” bir akademisyen var mı bunu inceleyen? Ya da gazeteci? Bu gerçekten askerin işi miydi? Yoksa Adnan Menderes’in Rusya ile yakınlaşmasını engellemek isteyen birileri mi vardı? Ya Adnan Menderes bir demokrasi kahramanı mıydı? Yoksa sansür, baskı ve zulüm yapan, koltuğu uğruna Turan Emeksiz gibi öğrencilerin ölmesine neden olan bir siyasetçi miydi? Bugün muhafazakarların kahramanı olan bu adam, aslında emniyet müdürünün karısına ya da başka evli kadınlara mı bulaşıyordu? Ama yine de bir başbakana yaraşır şekilde sorgulandı mı? Neden mahkemede haksızlık yapıldı? Neden sansür ya da antidemokratik uygulamaları sorgulanmadı da, saçma sapan “don davası”, “kıyma davası” ile suçlandı?
Bunları bugün ortaya koyan bir akademisyen ya da gazeteci var mı? Olsaydı, ülkemizin bugün yaşadığı travmanın bir kısmı çözülmez miydi? Diğerleri? Maraş olayları? 1970’lerin kardeşi kardeşe vurduran sağ sol olayları?
1980 darbesi nasıl meydana geldi? Ya bugünün iktidarı nasıl bu duruma geldi? ANAP-DYP birleşmesi nasıl son anda yok edildi de, merkez sağ boş kaldı?
Bunları ortaya koymadan bugünü anlayamayız. Bunları çalışmamız ve fikirler üretmemiz lazım.
Ya Sanatçılar
1970’lerde müthiş sanatçılarımız vardı. İşte alın Cem Karaca, Fikret Kızılok, Selda, Levent Kırca hatta Sakıncasız Piyade ile tanıdığımız Uğur Mumcu’yu bile buraya dahil edelim.
Onlara ne oldu? Topal ördek oldular.
Yani akademisyenler ve aydınlar görevlerini yapmadıkları, sadece seyrettikleri için onlar yalnız kaldılar ve yaptıkları işlerle “tu kaka” oldular. Dışlandılar. Sonra ortama uymak zorunda kaldılar. Sonraki sanatçılar ise ders aldılar. Bugün Levent Kırca keskinliğinde sanat sunan birileri var mı? Ya da Cem Karaca keskinliğinde.
Loser Ne Demek?
Bazı olayları ve kelimeleri çok basit bulup, anlamakta zorluk çekebiliyorum. Bunlardan birisi işte bu “loser” kelimesi. Çok uzun süre, “neden böyle bir kelimeye ihtiyaç duymuşlar ki?” diye düşündüm.
Ama 17-25 aralık sürecinde, bu kelimenin anlamını yerli yerine oturtabildim. Loser, kendi ayağına çelme takan anlamına geliyor. Örneğin, Cumhubaşkanı Erdoğan, 17-25 aralık sürecinde mücadele etmeyip, pes etseydi, o zaman loser olacaktı. Onun yerine kısık sesiyle bile meydanlarda, ordan oraya koştu ve benim “imkansız” olarak değerlendirdiğim bir durumu tersine çevirdi.
Peki Aydınlar, Erdoğan’dan daha mı beceriksiz ya da dayanıksız? Yani diyelim ki, oylar % 51 olmuş; peki ne yapmalı; “tüh tüh, bak bu iş bitti, zaten bu halk da böyle, muhalefet de şöyle işte” mi demeli? Yoksa herşeyi baştan düşünüp, elindekileri değerlendirmeli mi? Erdoğan bu konuda önümüzde müthiş bir örnek.
Peki Muhalefetten Umut Var mı?
Ne dedik? İnönü devrildi çünkü diktatördü. Karşısında bir muhalefet çıktığı anda devrildi. Yani seçilecek bir muhalefet bulunduğu anda.
Şimdi muhalefet var mı? Baktığınızda bölünmüş ve bir yandan da “Yoksa AKP’ye mi yamanıyor?” soruları ile muhatap bir MHP ve “Neyin, nesidir, neye inanır?” diye sorguladığımız bir CHP var.
2 muhalefet liderine baktığımızda, konuşmaları bile bir halkla ilişkiler faciası. AKP’nin modern halkla ilişkilerine (analiz edip, uygun mesajı, uygun şekilde vermek) o kadar uzaklar ki, partileri ile birlikte 20ci yüzyılda kalmaları gerekiyordu.
Örneğin Bahçeli, “mıştır”, “muştur” ifadeleri ile sanki devlet raporlaması yapıyor ve aslında hiçbir şey söylemiyor. Ekranda kendisine rastgeldiğimde acaba “mmmııımmııı mmııı mııı” dese aynı etkiyi yaratır mıydı diye düşünmeden edemiyorum.
Örneğin Kılıçdaroğlu bir konuşmasında Bülent Arınç için “parsel parseli açıklayacaktı, açıklamadı. Söyleyecekse söylesin, aksi takdirde hiç konuşmasın” deyiverdi. Bunu kim söyler? Ancak Gökçek ya da Erdoğan. Yani “bir şey varsa söylesin, yoksa söylemesin” diyerek haklılıklarını vurgularlar. Muhalefet lideri, söylediği cümlenin nereye gittiğini düşünme kapasitesinde gözükmüyor. Aynı konuşmada hemen arkasından da “Bir de onların inanışıyla söyleyelim; kul hakkı……” dedi. Yani kul hakkı AKP’nin inandığı bir şey ve CHP’nin değil mi?
Tamam, anladık, Kılıçdaroğlu’nun zekası konuşma düzeyinde toparlamak konusunda çok güçlü değil. Ama kocaman ama muhalefet partisinin lideri, TV ekranına çıkmadan önce hiç mi ders çalışmaz, söyleyeceklerini hiç mi bir halkla ilişkiler uzmanı gözden geçirmez?
Ya da partinin iç işleri olacak bir konunun günlerce medyada işlenmesi ne anlama geliyor? AKP’nin T.C.’yi ve Andımız’ı kaldırması bile bu kadar konuşulmadı. Yoksa CHP de, AKP’nin gündem değiştirmesine katkıda bulunan bir araç mıdır? Düşünmeden edemiyor insan.
Bu arada HDP için de şunu belirteyim; tam Türkiye partisi gibi gözükecekti ki, çuvalladı. “PKK’nın hesapları şudur, budur” ayrı bir hikaye ama HDP bu haliyle, çözüm olacak bir parti görünümünde değil.
Geri dönersek, bu muhalefet partilerden herhangi bir çözüm oluşacak gibi gözükmüyor. Amaç da belki buydu. Çözümsüzlük içinde, tek seçenek kalmak.
Zaten DYP-ANAP birleşmesinin yarıda kalmasına dikkatle bakarsanız, bir terslik göreceksiniz.
Evrimleşmeye Karşı Cevap Geliştirilemez mi?
Dünyada her şey evrimleşir. Mesela cep telefonları ; biz 2G (g=nesil yani teknoloji düzeyi) iken kullanmaya başladık. Kısa sürede daha fazla şey istedik, 3G çıktı, yetmedi 4G çıktı, şimdilerde 5G çıkıyor (bu konuda yeni bir yazım geliyor)
Bugün baktığımızda, ülkemizde yönetim anlamında herşeyin adım adım kötü yönde evrimleştiğini görüyoruz. Eskiden siyasiler 1 akrabasını bir yere atadığı zaman kıyamet kopardı. Şimdi toptan sülaleni bir yerlere koyabiliyorsun.
Eskiden yolsuzluk önemli sorun olurdu. Şimdi toptan ülkeyi götürsen, ses çıkaran yok. Hatta biliyorsunuz 1980’lerden beri “yiyorlar ama yapıyorlar” diyoruz.
Çünkü evrimleştiler. Boşlukları doldurdular. Yanlışları yaptıklarında sorgulanacakları medya, hukuk vs herşeyi ele geçirdiler.
İyi de, yönetimde bu kötü evrimleşmenin karşısında evrimleşen bir cevap var mı? Şimdilik yok. Başta da söylediğimiz gibi, herkes “eleştiri”, “küçük görme” ya da “gülme” modunda. “Vayyy şöyle demiş.. ama o kim ki, eğitimi şu muydu ki?” filan deniliyor. Olmadı “dış güçler” bahanesi var.
Aydınlar, akademisyenler, sanatçılar nasılsa seyirci, fikir üretemeyecek ve hareket edemeyecek kadar tembel. Ama ellerine bir dilekçe verirsen belki imzalarlar (son olayda onu da yapmaya çekinirler artık).
Oysa kötü evrimleşme, öylesine gelişmiş ki, önündeki engelleri, askeriye, hukuk vs bypass edecek yollar geliştirilmiş. Bunları “dış güçler” vs kolaycılığı ile düşünmeyi seviyoruz. Olaylar önümüzden geçiyor, biz sanki trenden gelip, geçene bakıyoruz..
Oysa, artık düşünme zamanı. Oturup çözüm bulma zamanı.
Bu ülke Atatürk’ün zekasının ve sağduyusunun sağladığı imkanlarla buraya kadar gelebildi. Ama arada geçen 90 yılda yaşayan nesiller tembellik ettiler ve bu temelin üzerine neler konulmalı diye fikir oluşturmadılar, sorunlar nedir? diye bakmadılar.
Ama hepimiz, bu sorunları yaşayanlarla aynı gemideyiz. Onlar batınca, hep birlikte batıyoruz. Üstelik “dış güç” denilecekse, işte dış güçler orada yer alıyor. Yani farklılıkları gıdıklayarak, tetikleyerek.
Aydınlık, sanatçılık ya da akademisyenlik, içeriği şu ya da bu olan dilekçeler imzalamakla bitmez ya da bu değildir. Bunun Facebook’da filan gönderiyi, resmi herkesle paylaşmaktan farkı nedir?
Birilerinin yaptıklarını oturduğun yerden eleştirmek, komedi yaratmak da değildir. Bununla ancak kendinizi eğlendirirsiniz. Üstelik yaptığınız eleştiriler, size karşı “mağdur edebiyatı yaratmak için” kullanılır. Siz değil ama eleştirdikleriniz sempati kazanır.
Bunun yerine bugünün insanlarına yol gösterecek, analizler, filmler, projeler yapmaktır. Ya da yüzyıl sonraki insanlara Cem Karaca ya da Nimet Arzık eserleri bırakmak, onların analiz yapmasına katkıda bulunmaktır.
[1] Nimet Arzık