Günümüzde, sanayi toplumunun sağladığı teknolojik gelişmelere bağlı olarak Yirminci y.y da olağanüstü artan ve halen altı milyarı aşmış bulunan aşırı kalabalık dünya nüfusu bir yandan, yoğun rekabet koşullarının biteviye körüklediği tüketim çılgınlığı öte yandan, dünyamızın doğal kaynaklarının görülmemiş biçimde talan edilmesine tanık oluyoruz. Bitki ve hayvan türleri yok oluyor. Yer altı su kaynakları tükeniyor. Nehirler kuruyor.
Okyanuslardaki balık rezervlerinin azalması sonucu artan protein ihtiyacı tarım sektörüne yöneliyor. Buna karşılık tarım alanlarının yağmalanması ve erozyon sonucu.tarımsal üretim arttırılamıyor. Sonuçta, dünya gıda stokları son yıllarda hızla azalmaya başladı. Bazı bölgelerde süreğen bir durum alan açlık felaketinin, önümüzdeki yıllarda giderek artması bekleniyor. Oksijen ve yaşam kaynaklarımız olan ormanları tüketiyoruz (1) . Küresel ısınma ve ozon tabakasının delinmesi gibi olaylar da işin cabası.
Ayrıca dünyada büyük bir gelir dağılımı adaletsizliği bulunmaktadır ve küreselleşme ile birlikte bu dengesizlik daha da artmaktadır Dünya ekonomik hasılasının yarısı, dünya nüfusunun sadece yüzde yedisini tarafından tüketilmektedir.
Dünyanın bu günkü ekolojik şartları, geri kalan yüzde 93 nüfusun, zengin yüzde 7 yi yakalamasına olanak vermemektedir.
Çünkü bu olasılık, sınai atıklar ve deterjan, parlatıcı vb. gibi evsel atıklar yüzünden daha şimdiden çok tehlikeli boyutlara varmış olan çevre felaketinin, en az on misli artması demektir ki kıyamet bunun yanında hafif kalır.
Çöken komünizm gibi kapitalizmin de bir çözüm olmadığı artık iyice anlaşılmaya başladı. Çünkü kapitalizmin gelişmesine imkan veren dünya pastası artık büyütülemiyor. Bundan böyle zenginlerle yoksullar arasındaki paylaşım mücadelelerinin artacağı anlaşılıyor. Daha kanaatkar, daha adil ve tüketimi dünya kaynaklarının yenilenme oranını aşmayan sürdürülebilir bir toplum ve dünya yaratmak zorundayız.
Medeniyetler çatışmasından söz edilen şu günlerde, tamamen doğaya dönmeyi öneren Avustralya yerlileri Aborijinler ile kapitalist tüketim toplumları arasında orta yolu oluşturan ve Aborijinler gibi “hayırlıysa olsun” diyen ama “bilime” de açık, şekilci ve gelenekçi olmayan, barışçı ve kanaatkar gerçek İslam, sürdürülebilir bir dünya yaratma yolunda kulak verilmesi gereken bir öğreti olsa gerek.
Saadet zinciri
Yeni dünya düzeni ve küreselleşme ile birlikte son yıllarda iyice rakipsiz kalmış görünen kavramların başında, tam çekişme anlamına da gelen tam rekabetçi piyasa ekonomisi geliyor. Adil bir servet, gelir ve fırsatlar dünyasında yararlı olabilecekken, kapitalizmin yozlaştırmasıyla, spekülatif davranışlara açık, bir tür saadet zinciri şeklinde çalışan ve zaman zaman koparak ekonomik krizlere yol açan bu sistem, artık doğa engeline de yaslanmış bulunuyor. Öbür taraftan sanayi toplumunun artık ömrünü tamamlamaya başlamasıyla, bu yıkıcı rekabet anlayışının anlam değiştirmeye başladığı, eskisinden farklı olarak, dayanışmacı, koruyucu ve optimizasyon sağlayıcı gibi anlamlar içermeye başladığı da ifade edilmektedir.. Büsbütün alternatifsiz kaldığı düşünülen şu günlerde, serbest rekabet kavramının anlamındaki bu ince ama önemli ayrımın, yaygın olarak hayat bulması dileği, son yılların bir diğer aktüel konusu olan yaşamsal çevre sorunları açısından da tek umudumuzu oluşturuyor.
Çoğumuzun bildiği gibi, sanayi toplumu ile küresel ısınma, ormanların tahribi, canlı türlerinin hızla yok olması, asit yağmurları, su ve hava kirliği gibi çevre sorunları arasında, bazı çevrecilerin zannettiği gibi kötü ve düşüncesiz kimselerin etrafa çöp atarak çevreyi kirletmesinin çok daha ötesinde, bu kültürü benimsemiş olan herkesin sorumlu olduğu yaşamsal boyutlu ilişkiler bulunuyor.
Yaşam ortamımız olan doğayı bir üretim unsuru olarak gören, seri ve kitlesel üretime dayalı sanayi sistemi, bilindiği gibi, ekonomik ilişkileri bireysel fayda ve çıkara dayandırıyor. Herkesin kendi çıkar ve faydasını, maksimum kılmasıyla otomatik olarak toplum çıkarının da sağlanacağını varsayıyor.
İlk bakışta doğru ve tutarlı gibi görünse de bu sistem, kapitalizmin, servetler, gelirler ve fırsatlar açısından eşit başlangıç şartları sağlayamaması nedeniyle (2 ) sık sık sebep olduğu ekonomik krizler bir yana, yalnızca, yaşamsal öneme sahip olmasına karşın piyasa fiyatı bunu yansıtmayan doğayı, dönüştürülmesi gereken bir üretim unsuru olarak görmesiyle dahi dünya yaşamı için büyük yıkımlara yol açmaktadır.
Diğer yandan yoğun rekabet koşullarının, reklam, moda, magazin v.b. yoluyla körüklediği gösteriş ve tüketim çılgınlığı bu zararların katlanmasına yol açmaktadır. Temizlik duygumuzu dahi istismar eden bu kazanç çekişmesi, deterjan, yumuşatıcı, parlatıcı, vb. gibi her gün bir yenisi eklenen kimyasallarla, evimizi temizlediğimizi zannederken yaşam ortamımızı kirletmemize, yok etmemize neden oluyor. Öyle ki orman ve tarım alanlarının yağmalanması ile sınai ve evsel atıklar yüzünden, tüm arıtma çabalarına, teknolojik gelişmelere ve hukuki önlemlere karşın seksenli yılların başında dünyada her gün bir canlı türünün nesli yok olurken bu yok oluş ikibinli yıllarda saatte bire ulaşmıştır (3).
Nesli tükenen bu canlı türleriyle birlikte muhtemel hastalıklarımıza şifa olabilecek ilaç hammaddelerinin ve daha da önemlisi zararlıları dengeliyecek faydalı türlerin de yok olduğu bilinen bir gerçektir. Dünyanın ekolojik dengesi bozulmuş bulunuyor. Tütmeye başlayan her yeni fabrika bacası, kesilen her ağaç bizi felaketimize biraz daha yaklaştırıyor.
Kapitalizmin sonu mu?
Dünya halklarının tamamının Bir Amerikalı gibi yaşayıp bir Amerikalı gibi tüketmesine doğa izin vermiyor. Dünya pastası artık büyütülemiyor. Kaldı ki bilgi toplumuna geçmekte olan A.B.D. ve diğer sanayileşmiş ülkeler, kendileri bilgi teknolojilerine ağırlık verirken, katma değeri nispeten küçük olan ve çevre kirliliği yaratan sanayi dallarını, başka ülkelere kaydırmaya başladılar. Böylece kendi ürettikleri yüksek katmadeğerli ürünler için, satınalma gücü olan pazarlar yaratmış olacaklar.
Düşünülen yeni dünya düzenin böyle olacağı anlaşılıyor (4 )… Fakat, her ne olursa olsun sanayi, hiçbir zaman bu günkü yoğunluğuyla tüm dünyaya yayılamayacaktır. Bu ekonomik ve kültürel sistemin dünya halklarının esenliği ve geleceği için bir çözüm olamayacağı bizzat sistemin kendi temsilcileri tarafından belirtilmektedir. A.B.D. eski Başkan Yardımcılarından olan Zbigniew Brzezininski, Kontroldan Çıkmış Dünya adlı eserinde, “ Kendi kendimizi sınırlandırabileceğimiz yeni bir fedakarlık ahlakı ve kültürü yaratmalıyız” diyerek bu gerçeği işaret etmektedir.
İslâm dininde Allah’tan bir şey dilerken veya bir işe girişirken “hayırlıysa olsun” deniyor. Aynı deyim kıtaya ilk gelen beyazlarca insan bile sayılmayan Avustralya yerlileri Aborijin’ler tarafından “herkesin, her şeyin ve tüm evrenin hayrına ise olsun” şeklinde söylenmektedir (5). Hinduların doğaya ve hayvanlara gösterdikleri şefkat ise pek ünlüdür.
Küçük çıkarlarımızın kendimiz ve başkalarınca anlamlı olabilmesi, bunların, insanıyla, doğasıyla, tüm yaşamın da çıkarına hizmet etmesine, hiç değilse zarar vermemesine bağlı. Üstelik, sosyal ve ekonomik çalkantılar sonucu her an işsiz ve çaresiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan insanın, doğadan başka sığınabileceği bir kucak ve karnını doyuracak bir ana da yok.
Artık, tam rekabet anlayışı yerine tam sorumluluk anlayışını benimseyip, tek tek bireyler olarak, çıkar ve mutluluk arayışlarımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Bireylerin mutluluğu toplumun da mutluluğunu sağlıyor belki ama, özgür birey, toplum ve doğayla kaynaşmadan, tüm yaşamın hazzını duyumsamadan, bu mutluluğu asla yaşayamıyor… Üstelik, korkak ve başkalarına tutsak da oluyor.
Çıkarlarımızı kollamakta haklı nedenlerimiz olsa da onları nasıl bir dünyada elde etmek istediğimizi de kendimize sormamız gerekiyor. Kurtsuz kuşsuz, arslansız kaplansız, yeşilsiz, zehirli hava solunan, kirlenmiş, balıksız denizlerinde yüzemediğimiz, dostluk, kardeşlik ve yardımlaşma yerine birbirimizin üzerine basarak yükseldiğimiz, birbirimize hava attığımız bir dünya da mı?
Doğa – bilim sentezi
Toplumlara, geçmişlerine, kültürel birikimlerine bakılmaksızın gelişmiş-azgelişmiş, kalkınmış-kalkınmamış, kaliteli-kalitesiz ayrımları yapılıyor. Doğayla, kuzularla kuşlarla haşır neşir ama parası olmayan bir çocuğun, dünyası TV, hamburger, market, v.b.den ibaret, yarış atı gibi yetiştirilen, okulla ev arasına sıkışmış, kelebekten bile ödü kopan apartman çocuğundan daha mutsuz veya kalitesiz yaşadığı söylenebilir mi?
Kırk elli yıl öncesini anımsayanlar Anadolu şehirlerinde örneğin Bursa’ da, en orta halli ailelerin bile meyve ağaçları ve çiçeklerle bezenmiş ve hatta içlerinden mahalledeki diğer komşuları da sırasıyla dolaştığı için kimsenin kirletmediği şırıltılı ufak dereler akan geniş bahçeli, (şimdi ne yazık ki hepsi apartmana dönüşmüş olan) büyük ahşap evlerde doğayla iç içe yaşadıklarını bilirler…
Sürdürülebilir bir yaşam istiyorsak nüfusumuzu ve tüketimimizi dünya kaynaklarının yenilenme hızına uydurmak zorundayız. Bunun için topu topu ikiyüz yıllık bir geçmişi olan sanayileşme kaynaklı modern batı kültürünün yoğun medya bombardımanı altında beyinlerimizin tüketime ve gösterişe şartlanmasına izin vermeyip binlerce yılın bilgi birikimlerine sahip dünya uygarlığının diğer kültürlerine de kulak vermemiz gerekiyor.
Bu eski kültürler, insanı gerçek doyum ve sevince ulaştıran şeyin, sahip olmak ve tüketmek yerine, paylaşmak, yardımlaşmak, alçak gönüllük, gerçek benliğimizi tanımak ve gelecek endişesi , korkusu duymadan doğayla tam bir uyum kurabilmek olduğunu söylüyorlar.
Eldeki veriler geleceğimiz ve çocuklarımız için karamsar tablolar çizse de insan, ütopik düşler kurmaktan kendini alamıyor. Doğayla iç içe, ama eskisinden farklı olarak doğanın bilimle, örneğin bilgisayarla da buluştuğu, doğal teknolojilerle yapay teknolojilerin kucaklaştığı harika bir dünya düşlenemez mi?
Kanserojen etkiler yapan katkı maddeleriyle, hormonuyla (6), tarım ilacıyla, kimyasal gübreler ve yemlerle fabrikasyona dönüşmemiş, herkesin en azından spor niyetine ve saf gıdalarla beslenerek kendi sağlığını korumak için, ekip biçerek katkıda bulunduğu, sebzesiyle meyvesiyle ve de hayvanlarıyla doğal bir tarım, alabildiğine zengin ve rafine bir yemek kültürü…
Tarımda eskiden olmayan etkin bir bankacılık ve sigorta sistemi… Ekolojik dengeyi bozmayan modern sulama sistemleri…
Beyin yıkama yerine bilgilendirmeye dönük reklamlarla, daha kanaatkar bir toplum… El sanatlarının tekrar canlandığı… Uluslararası dev şirketlerin, “kişiye balık vereceğinize ona balık tutmasını öğretin” Çin özdeyişine uygun olarak, tüketim malları yerine küçük ölçekli, tek bir kişiye bile üretim olanağı veren mikro teknolojiler ve know-how üretip sattıkları…
Bakıcılık, menejerlik ve danışmanlık gibi insan hizmetlerinin geliştiği… Doğayla bütünleşmiş yeni bir “küçük şehircilik” anlayışı… Şehirlerde motorlu araç kullanılmaması… Şehirler arası uzun mesafelerde toplu ulaşım ve raylı sistem…
Otomobil, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi araçlarda daha paylaşımcı davranılan, gerekirse kiralama sistemleri gibi havuzlar oluşturan… Bu gibi paylaşımlarla şehirleşmenin getirdiği izolasyonu azaltan sosyal kaynaşma ortamı…
Bilgi teknolojilerine yoğun Ar-Ge desteği sağlayan, ekolojik dengeyi en önemli iç ve dış güvenlik sorunu olarak ele alan, güneş, rüzgar ve deniz dalgası gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık veren ve doğaya zararlı enerji ve üretim tesislerine izin vermeyen veya bunları telafi edici bir biçimde vergilendiren bir devlet…
Tüketimi, sahip olmayı, bencilliği, gösterişi değil, demokrasiyi, özgürlüğü, yetenekleri, yaratıcılığı teşvik eden, paylaşmayı, hizmet aşkını ve yardımlaşmayı yücelten bir kültür…
Beslenme dışında, bilerek isteyerek tek bir canlıya bile zarar vermenin ayıplandığı; toplu kıyımların cezalandırıldığı… Kısacası, bitkisel ve hayvansal çeşitliliği korunmuş o bildik doğa ile, sinema, tiyatro, müze, sanat, din, felsefe, bilgisayar vb. gibi kültür verilerinin uyum içinde kaynaştığı sağlıklı, şen insanlarıyla cıvıl cıvıl bir dünya…
Ne Yapmalı
Bu günkü koşullanmalar içinde, böyle bir dünyayı düşlüyor olsak ve elimizden fazla bir şey gelmemesine üzülsek de, başkalarını suçlamadan önce işe kendimizden başlayarak tüketim arzularımızı dizginlemek, geleceğimiz ve çocuklarımız için neler yapılabileceği konusunda kafa yormak tek çıkar yol gibi görünüyor. Bu gerçekleri biliyor olmak ve bilmeyenlere, özellikle çocuklarımıza anlatmak bile olumlu değişiklikler yaratabilir. Başlangıç olarak, “ben tek başıma ne yapabilirim ki” diye yerinmeden, inanmamız, en büyük gücümüz olan hayallerimizle zihnimize güvenmemiz ve işe araştırmayla başlayıp sabırla adım adım ilerlememiz yeterli olacaktır. Gerisini, yol aldıkça artan heyecanımız getirecektir sanırım…
Bunlara ek olarak politikacıları yönlendirmek üzere baskı gurupları oluşturabilir, yaşam ortamımızı zehirleyenlerin vergilendirme ve hukuki önlemlerle caydırılmaları yolundaki politikaları önerebilir veya destekleyebiliriz. Kentimizdeki yeşil alanların yap-sat ‘çılarca yağmalanmasını önleyebilir ve hatta üstelik kamulaştırmalarla, yeni yeşil alanlar açılmasını ve çocuklarımız , gençlerimiz için oyun ve hayvan parkları, göletler, spor sahaları vb. yapılmasını sağlayabiliriz.
İşsiz olanlarımızın, üretici kesimlere ağır bir yük oluşturan, enflasyonu körükleyen, verimsiz ve asalak kişiler olarak devlet kuruluşlarını doldurmak yerine bu işgücü fazlasının, tarıma özendirilmesini, üretken, dünyaya ve yeni teknolojilere açık, daha kanaatkar ama kendine de güveni olan mutlu kişiler olmalarına çalışabiliriz
Tarım sanayileşmiş ülkelerde, aynen, az sayıdaki kişiyle büyük üretim yapılan sanayi işletmeleri gibi ele alınıyor. Ancak tüketicilerce, ilaçlama, sunî gübreleme ve hormon kullanımı gibi uygulamaların doğaya ve insan sağlığına zararları anlaşıldıkça ekolojik tarıma geçiş yönünde talepler de artmaktadır.
Sanayileşme özlemiyle bizde üvey evlat muamelesi görmesine karşın tarım, bilgi toplumları için bambaşka anlamlar ve değerler kazanacağa benziyor. Nitekim son yıllarda zengin batı ülkelerinde, hormonsuz, katkısız, ilaçsız yetiştirilmiş ve üretilmiş doğal, ekolojik gıdalara ve köyleri de kapsayan doğa turizmine karşı büyük bir talep patlaması yaşanıyor. Bazı büyük uluslararası denetim firmalarının güvencesini taşıyan sertifikalı doğal ürünler adeta kapışılıyor. Birçok Türk çiftçisi de ürünlerini bu yolla satıyor veya ihraç ediyor…
Bizim köylülerimizin modern yaşam özlemiyle şehirlere akın etmeleri sonucu köylerimizin çoğu adeta boşalmış durumda. Satın alma veya kiralama yoluyla bu köylerden ev ve tarla edinmek mümkün.. İyi bir organizasyonla, içinde çağdaş olanaklarla köy yaşamını buluşturan, merkebiyle, at arabasıyla, yerel yemekleriyle, turistlere de cazip gelecek, ihracata yönelik, modern köyler oluşturmak mümkün. Ekonomik krizler ve büyük şehirlerimizin karmaşasından bunalmış doğa sever girişimciler için büyük bir fırsat (7).
- (1)- “Dünyanın Durumu 1996, Sürdürülebilir Bir Toplum Yolundaki Gelişmeler Hakkında Bir Worldwatch Enstitüsü Raporu.” Tübitak- Tema Vakfı Yayınları, Ankara 1997
- (2)- “Sıfıra- Sıfır Toplumu . Muhafazakar – Liberal Ekonomiye Sosyal- Demokrat bir Alternatif “ Lester C. Thurow , Altın Kitaplar. İstanbul. 1989.
- (3)- Rudolf Bahro “Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Ne İçin Sanayi?” Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1989 ve Discovery Channel.
- (4)- Yurdakul Ceyhun- M. Ufuk Çağlayan, “Bilgi teknolojileri Türkiye için nasıl bir gelecek hazırlamakta” Türkiye İş Bankası 1996 Yılı Toplum ve İnsan Bilimleri Büyük Ödülü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1997. ( s:52. “ Bilgi Toplumunun amacı, ‘toplumsal optimizasyona erişmek’ diye kısaca özetlenebilir. Sanayi toplumlarının genel niteliği olan seri üretim, aşırı tüketim, bolluk, ekonomik gücün belli kesimlerde yoğunlaşması gibi kavramlar, giderek anlamlarını yitirecek ve yerlerini “toplumun özkaynaklarının optimizasyonu” kavramına bırakacaktır. Teknolojik gelişme, paylaşımı, değişik işlevlerin bütünleşmesini ve verimliliği gerektirmektedir”.)
- (5)– Marlo Morgan “Bir Çift Yürek” Dharma Yayınları, İstanbul 1999
- (6)- Yaşar Nuri Öztürk, “Sayın Öztürk, yazı ve TV konuşmalarında: Kur’an da, genetik müdahale, hormon katkısı vb. gibi yapay yollarla yetiştirilmiş bitki ve hayvanların yenmesinin sakıncalarının belirtildiğini ifade etmektedir.”
- (7)- Çetin Altan “ Yağmurlar, gök gürültüleri, şimşekler, yıldırımlar…” Sabah Gazetesi, Şeytanın Gör Dediği, Köyceğiz, 15.04.2001. (İlginç bir rastlantı olarak Sayın Çetin Altan’ın yazısı, bu yazının kaleme alınışından on üç gün sonra yayımlanmış ve bir bölümü dip not olarak sonradan eklenmiştir.)
Bir haftalık Köyceğiz günlerinin sonuna geldik…
Ayrılmadan önce, minüskül gölcükleri, derecikleri, tahta köprüleri, egzotik bitki adacıkları, tavşanları, oğlakları, ördekleri, kazları, hint tavuklarıyla; bahçe düzenlemesinde bir şah yapıt olan “Toprak Ana” lokantasına uğradık…
Tüm o güzellikleri yaratmış olan, genç dost Recai Keçeci:
-Hiçbir yapay madde sokmadım buraya, diyordu; ne plastik, ne alüminyum… Sadece demir hariç…
Recai’ nin aile bireyleri de; örgütlü bir çalışma içindeydiler, yer tanrısı Kibele’ den esintili “Toprak Ana” lokantasında…
Kadınlar, lokanta bahçesinin girişindeki büyük fırınların önünde, hamurlar yoğuruyor, yufkalar açıyor, ev ekmekleri pişiriyorlardı…
Aynı gün Sami Daşkın’ ın “Ümit Çiçekçilik” seralarına da uğradık. Sami seraları genişletmişti. O da eşiyle kızıyla ailece çalışıyordu…
Yörük kökenli Sami, hangi ot türlerinden, hangi özel yemeklerin yapıldığını anlatıyordu ve: Krizden mırizden korkmayız biz, diyordu. Bankaya borçlarımı ödedim. Artık kredi falan da almıyorum. Ekmeğimizi de pişiririz; değişik otlardan yemeğimizi de yaparız; çiçeklerimizi de yetiştiririz, geçinir gideriz. Kentleri vuran bela bizi vuramaz.
Seralardan bir tanesi kırmızıyla vişne çürüğüne yakın, bir begonvil ormanı gibiydi…
Sami’ nin de, ailece ortaklaşa yarattığı sera dünyası göz kamaştırıyordu.
Vaktiyle Polenezköy’ün eski bir göç artığı Lehistanlıları da, bahçe lokantalarında ailece çalışırlardı. Tıpkı Güney Fransa’nın, gerçek Fransa’yı yansıtan geleneksel lokantalarında olduğu gibi.
Ekincik, Köyceğiz, Dalyan, Ortaca ve dolaylarının; olduğundan fazla görünmeyle, uydurma demogojiler yozlaşmasına uğramamış insanlarındaki sevecenlik ve güleç yüzlülük…
Onların dünyası büyük kentlerdekine hiç benzemiyor. Üstelik ailece kendi işlerinde çalışıyorlar. Yoksul da değiller, gösteriş meraklısı da…
Bu arada bir şey de dikkatimi çekti; Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i, tahmin edemeyeceğiniz kadar çok seviyorlardı.
Nedenini sormadım, çünkü biliyordum. Cumhurbaşkanı Sezer’in ciddi ve tutarlı olmasına karşın; siyasal ayak oyunlarının dışındaki sadeliğini seviyorlardı.