Başlarken…
Dışarıdan bakıldığında, Türkiye hala yerli yerine oturmamamış, uzun yıllardir kronik şekilde “kritik”ve “geçiş” dönemleri yaşayan, Avrupa Birliği’ne katılım süreci belirsiz, nereye ait olduğuna dair ulusal kimlik tanımını henüz netleştirememiş, kendisiyle ve çevresindeki ülkelerle barışık olmayan, genç nüfusuna gelecek umudu ve istikamet duygusu aşılayamamış, kaynaklarını rasyonel olarak kullanamayan, iç (90 milyar dolar) ve dış (110 milyar dolar) borç sarmalına düğümlenmiş, yenilenip dünyaya ayak uydurmak yerine ayak diremeyi esas almış bir ülke görüntüsü veriyor. Dünya değişirken, hem de süratle değişirken, gereken tempoda ve çapta değişememenin sancılarını yaşıyor. Bunun ağır maliyetini de on yıllardır tünelin ucunda ışık beklerken gitgide yoksullaşan insanlarına adil olmayan şekilde ödetiyor.
Ekonomik bunalım, zamanında her vesileyle “dinamik” ve “lokomotif” güç olarak övdüğümüz özel sektörümüzün makyajını sildi. 2001’de dünya rekabet liginde yerimiz, 49 ülkeyi kapsayan uluslararasi rekabet gücü sınıflandırmasına göre, 46ıncı sırada idi. Rüşvet ve yolsuzluk sıralamalarında ise üst sıraları yıllardır kimseye kaptırmıyoruz. Sanayi, tarım ve işgücü verimliliği uluslararası ortalamanın epey altında. Turizmde “parasız” turistlere ve yabancı tur operatörlerine çalışıyoruz. Dogal çevrenin dengesini bozmakta üstümüze yok.
Üretimden, bilgi çağını yakalamaktan çok rant dağıtmaya göre şekillenmiş olan ekonomik yapımızın IMF disiplini altında değiseceği soylemi hala inandırıcı olmaktan uzak. Halkın iradesini yansıtmayan, kaliteyi vitrinine bir türlü çekemeyen, ne idüğü belirsiz “yönetemeyen” bir demokrasi altında akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Sivil yönetim, askerlere söz geçirecek ve politikalara yön verecek meşruiyet ve kapasiteye sahip gözükmüyor. Devletin adaleti işlemediği için özelleştirilmiş “hukuklar” kök salıyor. Neredeyse övündüğümüz her şey ithal. Her ne kadar iddialı ve ihtiraslı insandan geçilmiyorsa da dünya ölçeğinde kıyaslanabilir politikacı, işadamı, sanatçı ve bilim adamı eksikliği güçlü şekilde hissediliyor.
Öyle bir tarihi dönemeçteyiz ki ve de öylesine kıymetli bir gayrimenkulun
üzerinde yaşıyoruz ki, istesek de istemesek de değişeceğiz. AB bütünleşmesi
ve IMF disiplini çerçevesindeki ekonomik dönüşümler siyaset dünyasına da
yansıyarak yöneten, kendisini sürekli yenileyen dinamik bir sistemi tetiklemelidir. Şayet iç dinamikler harekete geçip bu değişimi sürükleyemezlerse dış dinamiklerin dayatması ile sistem yenilenmesi er ya da geç (muhtemelen de daha yüksek maliyetle gerçekleşecek. Ne yazık ki, küreselleşme rüzgarı ve dünya güçler dengesi hesaplarının zorlayacağı böylesi bir kabuk değişimi kontrolumuzden çıkabilir. Başlama düdüğünü bizim çalmadığımız değişimin kendi ulusal menfaatlerimizi ve önceliklerimizi yansıtmasını da kimse beklememeli.
2023 Türkiye Vizyonu
Madem değişim kaçınılmaz o halde “değişimin ana unsurları, dünya koşullarında yeniden tanımlanacak yerimiz, reformların hangi sırayla gündeme getirileceği, atılacak adımların zamanlaması, yönetimi, toplumun geniş kesimleri ile ortak anlayış noktalarının çıkartılması ve uygulamanın izlenmesi nasıl olmalı?” gibi sorulara vakit geçirmeksizin yanıt aramak zorundayız. Sonbahar rüzgarında bir o yana bir bu yana savrulan yaprak misali kendimize kimlik, rol ve konum aramamak icin ayakları yere basan berrak bir stratejik vizyon geliştirmeliyiz. Geleceği tevekkülle beklemek yerine onu tercihlerimiz doğrultusunda şimdiden biçimlendirmeye başlamalıyız.
Çok uzaklarda görünüyorsa da stratejik “Türkiye Vizyonu” için hedef olarak Cumhuriyetimizin yüzüncü kuruluş yıldönümüne denk düşen 2023 seçilmesi
kitlelere istikamet göstermek, motivasyon sağlamak bakımından elzemdir. Böylesi bir vizyon çalışması tarımdan eğitime, yabancı yatırımlardan bilgi ekonomisine, dış politikadan su sorununa, sürdürülebilir kalkınmaya, güvenlik mimarisinden kent planlamasına, AB üyeliğinden alternatif enerji kaynaklarına, kültürel yenilenmeye kadar uzanan geniş bir menzilde değişen dünyanın ve değişemeyen Türkiye’nin fotoğrafını çekmeye, geleceğe dönük görüş ve önerileri, kestirimleri paylaşmaya çalışmalıdır.
Kapsamlı “Türkiye 2023 Vizyonu”nu elbette ki tek bir kişinin, araştırmacılar ekibinin ya da siyasi grubun tasarlaması, savunması ve geniş kesimlere benimsetmesi mümkün değil. Basında birkaç gün yer işgal ettikten sonra ömrü dolan cicili bicili raporlara ihtiyacımız yok. Böyle bir vizyonun kendi başına ülkenin sorunlarına çözüm getireceğini iddia etmek de naiflik olur. Birçok ülkede bu amaçla genellikle Cumhurbaşkanı’nın öncülüğünde kılı kırk yararak her kesimden seçilmiş bilge kişiler ekibi oluşturuluyor. Tum ilgili aktörlerin görüşleri ve önerileri dikkate alındıktan sonra aylar süren beyin fırtınaları neticesinde katılımcı ve partiler-üstü bir yaklaşımla önce stratejik çerçeve çıkartılıyor.
Ardından, hükümet, parlamento, basın-yayın organları ve kamuoyu bu stratejik çerçeveyi tüm yönleriyle tartışıyor, gözden geçiriyor. Uygun görülen konularda eylem planları hazırlanıyor. Bunlarin uygulanması, vizyon sahiplerince ve kamuoyunca titizlikle takip ediliyor, gerektikce gözden geçiriliyor. Siyasi partilerin seçim başarısı bu hedeflere varmak için yaptıkları çalışmalar ile ölçülüyor. Hem her geçen gün karmaşıklaşan ülkenin günbegün yönetimi hem de stratejik gelecek yönetimi, her ne kadar zor olsa da, paralel yürütülmesi gereken bir süreç.
Herkese Pay Çıkartmalı
Belki gelişmenin ve refahın nimetlerini bugünden tatmak isteyenler haklı olarak iki kuşak ötesinde gerçekleştirilebileceği “söylenen” gelecek vizyonuna pek kulak vermek istemeyebilir. Onları mevcut yaşam koşulları ve fırsatlar çeyrek yüzyıl sonraki öngörülerden daha fazla ilgilendiriyor. Bu itibarla, gelecek vizyonunun sadece tünelin ucunda ışık göstermekle kalmayıp bir kuşağın ömrü süresince meyvası alınabilecek, tadılabilecek atılımlara öncelik vermesi başarının ön koşuludur.
Dahası, stratejik vizyonun benimsenmesi ve belli ölçülerde hedef alınabilmesi için onun sadece en fazla sesi çıkanların çizgisinde değil mümkün olduğunca ülkedeki tüm sosyal katmanların katkıları ile oluşturulması gerekiyor. Devletin hazırlayacağı ya da hazırlatacağı geleceğe dönük araştırma, hedef ve öncelikler ile de yetinemeyiz. Zaten amaç, kendimizi devletin müşfik ellerine tesbit edip merkezi planlamacı bir vizyon geliştirilmesine zemin hazırlamak değil.
Siyasi partiler, birbirlerine alternatif “iktidar donemi” stratejileri de çıkartılmalı, bunlar siyasi rekabetin temel referansları haline getirilmelidir. Dahası, iş dünyası, sivil toplum kuruluşları ve silahlı kuvvetler de aynı şekilde gereksinim ve menfaatleri ışığında kendi gelecek vizyonlarını, senaryolarını geliştirip, bunları kamuoyu ile en geniş şekilde paylaşmalı, telkinler ışığında gözden geçirmelidirler. Özlediğimiz kapsamlı ulusal ortak vizyonun saçayakları, masabaşı çalışmaları ile değil, ancak bu tür katılımcı bir yaklaşımla belirlenebilir. Yaratılacak karşılıklı menfaat bağları bu hedeflerin uygulanma aşamasında kıskançlıkla sahiplenilmesini, denetlenmesini de temin edecektir. Sahiplenilmeyen bir vizyon, gündemi kısa süre işgal ettikten sonra tozlu raflarda yerini alır.
Tarih, ulusal bir ülküye heyecanla sarılan ulusların hedeflerine daha kolay
ulaştıklarının çok sayıda örneğine tanıktır. Tarihte tüm yenilikler, imza atılan büyük başarılar önce bir hayal, rüya, ülkü olarak ortaya atılmış, çoğu zaman tepki hatta alay konusu bile olmuştur. Hedefleri büyük tutup, hayal gücümüzün, yaratıcılığın sınırlarını zorlamaktan çekinmemeliyiz. Her ne kadar tarihimizin son 35 yılı aşkın bölümüne (kesintili de olsa) hükmettiği halde ciddi bir vizyon hareketi başlatamayan eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i suçlu bulsak da kendisinin “böyyük” düşünme telkinine, ayağı yere bastığı ölçüde, katılmamak mümkün mü? “İnsan, bu alemde hayal ettiği müddetçe yaşar” diyordu Şair Yahya Kemal de. Samimiyetle inaniyoruz ki, 21inci yüzyıl, bizim gibi bol laf ve slogan üretenlerin değil araştırmalarını, bilgi, iletişim ve teknoloji ile bütünleştiren, stratejik hedeflerini halkına benimsetebilmiş ve bunları ciddiyetle uygulamaya geçmiş ülkelerin yüzyılı olacaktır.
Sağlam temellere oturmayan siyasi ve ekonomik zeminin kayganlığı, bunun yarattığı bezginlik ve inançsızlık, stratejik planlama ve sistematik tahlil kültürünün eksikliği, Türkiye’deki mevcut vizyonsuzluğun önemli sebepleri arasındadır. Genellikle ya kendimizi yere göğe sığdıramıyoruz, ya da tam yerin dibine batırıyoruz. Bunu yaparken de elimizde sağlam veri, analiz, projeksiyon araçları, envanter çalışmaları, bilimsel ampirik destekler yok. Seçimlerin, uzun yıllardır herhangi bir partiye kendi “vizyonu”nu tek başına uygulayacak mutlak iktidar fırsatı vermemesi büyük bir handikap yarattı. Birbiri ardına gelen hassas dengelere dayalı koalisyon hükümetleri, erken seçim sarmalı nedeniyle oy toplamaya dönük popülist programlar uygulamak için birkaç ayı kurtarmaktan başka bir şey düşünemez oldular. Stratejik ve taktik adımların bir türlü tutarlı bir bütünlük içinde atılamaması da ayrı bir zaafımız.
Merkezde alınan kararlar, genellikle gerçek yaşam koşullarından kopuk. Ömürleri kısa. Büyük umutlarla girilen işlerde kısa zamanda hüsrana uğrayıp, mucizevi çözümlere bel bağlanıyor. Stratejik bakış açısıyla düşünmek, hesap yapmak, dünyadaki gelişmeleri izlemek, dersler almak, düşünsel zenginliğimizi arttıracak evrensel bulgulardan istifade etmek yaygın bir çalışma disiplini değil. Işte bu nedenlerle, ülkemizde olduğuna inandığımız potansiyel bir türlü kinetik enerjiye dönüştürülemiyor. Bizler de “niye acaba” diye saf saf sormaya devam ediyoruz.
Dış politikada, Mahan ve Spykman’in Amerikan küresel stratejisi, Haushoffer’in Alman yayılma stratejisi, Mackinder’in İngiliz ve Rus stratejisi üzerindeki etkilerine benzer tarzda teori-uygulama ilişkisi kuran yaklaşımlar gündemimize giremiyor. Son zamanlarda Fukuyama, Huntington ve Brzezinski’nin yeni dünya düzeni yaklaşımı, küresel çatışmaların ABD stratejisi açısından kullanımı, yeni stratejik konfigurasyon gibi konularda Amerikan yöneticilerine sundukları teorik destek, aslında bu tür çalışmaların ne denli önemli olduğunun canlı örnekleridir. Şükrü Elekdağ’ın iki buçuk savaş teorisi, Karadeniz Ekonomik Işbirliği, Ortadoğu barış suyu gibi stratejik denemeler, altyapısı iyi kurulamadığından, pek uygulama alanı bulamadılar. Orta Asya’da ne gibi stratejik amaçlar güttüğümüz, sonuçta neler elde ettiğimiz, tam ortasında yer aldığımız dünya petrol jeopolitiğine ne katkımız olduğu da berrak değil.
Hele hele ekonomide bırakın dünya çapında stratejistler çıkartmayı IMF, Dünya Bankası, OECD ve Avrupa Birliği Komisyonu ekonomistlerinin eline kalmış görüntüsü veriyoruz. Borç tuzağından kurtulmayı sağlayacak, kendi öncelik ve koşullarımıza uygun programlar inşa edecek, istikrar reçeteleri, bilgi çağı ekonomisi ve kalkınma ekonomisi konularında başka ülkelere örnek teşkil edecek ekonomistler ne kamuda ne özel sektörde ne de akademik dünyada şimdilik ortaya çıkmıyor.
Gerçekçi Bir Yol Haritası ve Öncelikler Listesi
Herşeyin içiçe girdiği ve karşılıklı bağımlılığın inanılmaz süratte arttığı bir dünyada artık ülkelerin başarı ya da başarısızlığı geleneksel ulusal gelir toplamından farklı şekilde hesap edilen “etkin büyüme”ye bağlı hale geldi. Büyüyerek zenginleşmek sadece yaşam standartlarını iyileştirme -–yani, daha fazla dayanıklı tüketim malları satın alma ya da sağlığa daha fazla para ayırma– meselesi olmaktan çıktı. Büyüme, uluslararası siyasi sisteme yansıdığından beraberinde “güç” getiriyor. Bu itibarla, önümüzdeki yüzyılda sadece sanayileri daha etkin hale getirmenin yetmeyeceği, sonuçta toplumu her alanda topyekün etkinleştirme başarısı gösteren ülkelerin öne fırlayacağı bilinmelidir.
Bu değişimin doğrudan sonucu, zengin ekonomiler imalat sanayiinden çok artan ölçüde hem teknoloji hem de insan sermayesi içeren bilginin yaratımı, dağıtımı ve kullanımının motor gücü oluyorlar. Bilgi yoğun sanayiler daha hızlı büyüyor, daha fazla istihdam ve gelir yaratıyorlar. Gelecekte en iyi performansı gösterecek ekonomiler belli kıstaslara göre seçilmiş ya da kayırılan “stratejik” sanayilere destek verenler değil bilgi varlıklarını en etkin şekilde ekonominin her sahasına tatbik edebilenler oluyor. Bilgi ve bilgili insan artik ekonominin en onemli girdisi. Klasik iktisat teorileri dünya ve ulusal ekonomilerde yaşanmakta olan alışılmadık bu değişim ve gelişmeleri izahta yetersiz kalıyor.
Ülkemizdeki değişimler için, tarihi deneyim ışığında, iyimserliğin sınırlarını fazla zorlamamak gerektiğinin bilincindeyiz. Halkımızın topyekûn değişim istediğini, hukuk devletini özlediğini, adil piyasa düzenini istediğini söylemek belki safdillik olabilir. En azından seçim sonuçları bugüne kadar bu yönde yüreklendirici bir tablo ortaya koymadı. Bazı kökten değişim reformlarının, tabanın işaretini ve zorlamasını beklemeden, tepeden inme getirilmesi zorunlu olabilir. Her konuda bıçakla kesilmiş karpuz gibi taraf olmaya hazır insanların dünyasında değişimden yana icraat yapabilmek hem cesur olmayı, hem risk almayı gerektiriyor. Hem de ülkenin toplumsal dokusunu, özlem ve saplantılarını iyi okumayı.
Bugüne kadar olduğu gibi ruzgara kapılıp amaçsızca bir o yana bir bu yana
savrulmak istemiyorsak, iktidara gelince çözüm bekleyen büyüklü-küçüklü sorunlar batağında boğulmamak, çevreyi kuşatacak menfaat grupları/danışmanlar çemberinin bizi sürekli “önemli” konulara çekme gayretlerinden sakınmak için tüm enerji / yetenek / kaynakların kilitleneceği (gerektikçe de gözden geçirilecek öncelikler listesini çıkartarak işe başlamalıyız.
Adım adım bu öncelikleri nasıl gerçekleştilebileceği de somut önlem, proje ve icraat takvimine bağlamalıyız. Amaç, stratejik hedeflerimizi, önceliklerimizi gerçekleştirmek için kurumsal, hukuksal, teknolojik ve insangücü altyapısını şimdiden hazırlamaktır. Bu tür egzersizlerde yalnızca bilimsel olma kaygısını önplanda tutarsanız sürecin önünü tıkarsınız. Köklü değişimleri ancak belli kalıpların esiri olmayan, aykırı, yaratıcı, cesur beyinler ortaya koyabilir. Düşünce özgürlüğü sadece siyasi sistemin demokratik vasfının olmazsa olmaz koşulu değil aynı zamanda ülkedeki yaratıcılığın ve yenilenmenin de önde gelen gereklerinden birisidir. Her soruna aynı anda saldırarak, mevcut kurulu yapıları hallaç pamuğu gibi attırarak sonuç almak mümkün değil. Bir “yol haritası” çerçevesinde, hem kendi insanlarımıza ve ekonomik/siyasi aktörlere, hem de dış dünyaya hedeflediğimiz geleceği yansıtabiliriz.
Bize göre, önümüzdeki dönemde Türkiye öncelikli ve birbiri ile de bağlantılı şu dört temel hedefin yılmaz takipçisi olmalıdır:
Yeni Siyasi Mimarı ve İç Barışın Tesisi
Mevcut siyasi sistem, kesinlikle Türkiye’nin önünü tıkamakta, gelişmeyi
kösteklemekte ve umut vaad eden geleceğini karartmaktadır. Ülkeyi yeniliklere açacak liberal, esnek, yaratıcı, profesyonelliğe dayalı, bilgi ve deneyime önem veren, çapraz denetime tabi güçlü iktidarlar yaratacak, kişilerin özgürlüklerini alabildiğine geniş tutacak, sorumlulardan hesap soracak, her türlü kurumsal hegemonyaya karşı koruyucu, katılımcı yeni bir siyasi sistem çerçevesinde “yönetebilen demokrasi”ye geçilmesi başta gelen önceliktir. Tekerleği yeniden icat etmeden, dünyadaki başarılı örneklerden ders ve ilham alarak, değişim rüzgarlarının gereği icraatları yapacak güçlü bir iktidar yaratacak siyasi bir mimari tasarım gerekiyor. Bu olmadıkça diğer önerilerin hayata geçirilmesi mümkün değildir. Bu amaçla gerekli anayasal ve yasal düzenlemeler bir an evvel gerçekleştirilmelidir. Siyasetin hammadesinin kaliteli insan olduğu gerçeğini de ihmal etmeden.
“Barış, sadece çatışmanın yokluğu ile değil, adaletin mevcudiyeti ile sağlanır” diyordu bir düşünür. Hem çatışma ortamı, hem giderek genişleyen gelir ve bölgesel eşitsizlik ülkemizi etnik, dini, siyasi ve toplumsal alanlarda ciddi fay kırılmaları ile karşı karşıya bıraktı. Farklılığın, çeşitliliğin bir zenginlik olduğu anlayışı eğitim sistemimizin, siyasi kültürümüzün temel düsturları arasına henüz gereğince yerleştirilemedi. Dahası, gelir dağılımı ve bölgesel gelişmişlik düzeyi bakımlarından Bangladeş ile Isviçre’nin yanyana yaşıyor olması, sadece utanç verici bir manzara arzetmekle kalmıyor, aynı zamanda siyasi istikrarı ve ekonomik geleceğimizi de ciddi şekilde tehdit ediyor.
Yolsuzluk, rüşvet ve ehliyetsizlik yüzünden kirlenmiş sistemi ıslah edecek, başarı gösteremeyen lider ve kadroları kriz yaratmaksızın demokratik yöntemlerle tasfiye edecek siyasi etik kuralları geçerlilik kazanmalıdır. Devleti korumak ya da kurtarmaktan ziyade hangi dini inançta, ya da etnik kökenden olursa olsun bireylerin yaşam standartlarını ve özgürlüklerini iyileştirmek temel hedef olmalıdır. En önemlisi de, Türkiye’nin siyasi ve yönetsel bakımdan kendi evinin içini düzene koymadan diğer iddialı hedeflerini gerçekleştirmesinin mümkün olmadığının kafalara kazınmasıdır.
Reformlar yapılırken yalnızca temsili demokrasinin süreçlerinin uygulanmış
olması o reformlara meşruluk kazandırmakta yetersiz kaliyor. Bu reformlar kamu alanında yeterince tartışılmadıkça, katılımcı pratiklere açık olmadıkça, çoğulculuk kaygılarını yanıtlamadıkça genel kabul göremez. Reformların içeriği kadar üslubu da, sadece uygulanışında değil, daha yapılış sürecinden itibaren önem kazanıyor.
İnsan Sermayesi, Teknoloji ve Sürdürülebilir Kalkınmaya Yatırım
İnsan varlığı bir ülkenin bugün olduğu gibi gelecekte de en değerli sermayesi olacaktır. Onun eğitimi, sağlığı, sosyal güvencesi ve doğru yerde istihdamı ülkeyi dünya rekabet liginde üst sıralara taşıyacaktır. Akıl ve bilim ışığında bugününden haberdar ve geleceğe umutla bakan, uluslararası çapta, özgüveni yüksek insan yetiştiren, bilim ve teknolojiyi rehber edinen, zengin kültürel, dini ve tarihi çeşnimizden esinlenen, dış dünya ile de uyumlu eğitim ve ahlaki değerler sistemi yaratılması, muhafazası öncelikli hedefler arasında olmalıdır. Zira en iyi siyasi sistemi de inşa etseniz uygulamada etkinlik insan kalitesine bağlıdır.
Özgür, sorgulayıcı düşünceye, tüketimden çok üretmeye, yaratmaya, paylaşmaya, kültürel aydınlanma dönemine zemin hazırlayacak ve ortak değerlere saygıya ağırlık veren bir eğitim sistemi olmazsa olmaz koşuldur. Okuldan ayrılınca bitmeyen yaşamboyu eğitim ihmal edilemez bir sorumluluktur. Yoksul kesimlerin önünü de açacak fırsat eşitliğini ve eğitim kalitesini arttırmada devletin öncü rolü vardır. Kadın ve çocuğa özel önem atfeden, kadınların toplum yaşamında ve ekonomideki rollerinin güçlenerek artırıldığı, cinsiyet ayrımının giderildiği bir sistem geliştirilmelidir. İnsanların emeklilik dönemleri ve sağlık sorunları ile ilgili belirsizliği giderecek, bu alanlarda hem insani hem de ekonomik çözümleri getirecek bir yaklaşıma yönelmeliyiz.
2023’e giden yolu açmaya bizden sonraki kuşaklar devam edeceklerinden çocuklara, gençlere yatırım aslında kendimizin ve ülkenin gelecegine yatırımdır. Bu konuda kamu ve özel kaynak tahsisinde hiç bir fedakarlıktan kaçınılmamalıdır. Getirisi maliyeti ile ölçülemeyecek kadar yüksektir. Teknoloji geliştirip üretmeden günümüz dünyasında ekonomik ve siyasi üstünlük kazanılamaz. Dahası, kalkınmanın, gelecek nesillerin ekolojik bakımdan dengeli, kirlenmenin asgariye indirileceği yerküremizde yaşama hakkını ellerinden almayacak şekilde, çevre dostu üretim teknikleri ve politikaları çerçevesinde yürütülmesi de gerekiyor. Ülkemizin gıda, su ve enerji ikmal güvenliğinin sağlanması öncelikli hedefler arasına katılmalıdır.
Uluslararası Rekabet Gücünün Arttırılması
Özel sektörün lokomotif rol üstleneceği, küçük ve orta ölçekli işletmelerin
ekonominin bel kemiğini teşkil edecegi, ülkemizin karşılaştırmalı üstünlüklerini yansıtan, uluslararası rekabet gücüne sahip, tekelleşmeyi kaldırıp adil rekabetin yerleştirileceği, devletin rant dağıtımı yerine temel hizmet ve altyapıyı -özellikle de gerekli hukuki ve kurumsal çerçeveyi- sağlayıp denetim ve hakemliği üstlendiği, sosyal sorumluluklarını ihmal etmediği, serbest -–fakat “fanatik” olmayan — piyasaya dayalı bir ekonomik sistem başlıca hedeftir.
İstihdam ve katma değer yaratan yatırımlar üzerindeki vergi yükünü hafifleten, uluslararası doğrudan yatırımları teşvik eden bir sisteme geçilmelidir. Birimleri uyumlu ve eşgüdüm içinde, açık, dürüst, demokratik, hızlı ve verimli çalışan bir devlet çarkı, sağlıklı bir ekonomik sistemin de teminatıdır. 21. yüzyıldaki konumumuz, uluslararası piyasalarda rekabet edebilme ve başarma gücümüze bağlıdır. Sanayileşmek ancak yaratılan sanayilerin dünya ölçeğinde rekabetçi olmasıyla ölçülebilir. İhracatın ithalattan daha fazla arttırılması, teknoloji yaratımı ve geliştirilmesi, başta çevre ülkeler olmak üzere stratejik amaçlı yatırımların arttırılmasına önem verilmelidir. Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğü bulunan tarım, turizm, tekstil/giyim, inşaat ve savunma sektörlerinde yeni bilgi sanayi ve teknolojileri hakim kılınmalıdır. Geleceğe dönük enerji arz-talep senaryosu, temiz, yenilenebilir ve maliyet açısından rekabeti aşındırmayacak enerji kaynakları esas alınarak geliştirilmelidir.
Dış İlişkilerde “Balans Ayarı”
Ülke içi siyasi istikrarın temini, insan sermayesine yatırım ve uluslararası
ekonomik rekabet gücünün arttırılması, dünya jeopolitiğindeki konumumuzu
daha da sağlamlaştıracaktır. AB tam üyeliğini ve ötesini gözönünde bulundurarak, ekonomik kalkınmamızın ve acil ihtiyaç duyulan diğer iç reformların tamamlanması için bölgemizde mutlak barış ve istikrar kuşağı oluşturmamız gerekiyor. Bu stratejik hedef, komşu ülkelerle güven tazelemeyi ön planda tutan yeni bir işbirliği anlayışı geliştirmemizi, dünyanın geleneksel/yeni yükselmekte olan güçleri ile ilişkilerimizde Soğuk Savaş sonrası dönemin gerektirdiği ve hala mevcut politika/yapılara yansıtılamamış olan “balans ayarı”nı acilen yapmamızı zorunlu kılıyor. Aramızdaki sorunların, güvensizliğin kökenleri iyi tahlil edilip, şayet bizden kaynaklanıyorsa, bu ülkelerin hassasiyetlerini dikkate almak ve sadece
devletler değil halklar arasında da karşılıklı ekonomik, siyasi ve kültürel
bağımlılıklar yaratmak gerekiyor.
ABD, Avrupa Birliği, Rusya, Ortadoğu, Balkanlar, Avrasya ve Çin ile aramızdaki ilişkiler, üzerinde geniş mutabakata varılacak bir ulusal menfaat tanımına uygun şekilde yeniden gözden geçirilmelidir. “Bölge gücü” Türkiye’nin dış ilişkiler teşkilatını, insangücü kaynaklarını yeni gereksinim ve değişimlere uyumlu hale getirmesi, özellikle de köklü bir zihniyet değişikliğini, eğitim programını gerçekleştirmesi ve bilgi teknolojilerini yaygın şekilde kullanması dayatmaktadir. Ayrıca, ekonomik ve ticari menfaatlerin dış ilişkilerde merkezi bir konum kazandığı günümüzde sadece “stratejik” değil aynı zamanda “tüccar” ve “yatırımcı” ülke olarak da düşünebilecek kurumsal kültür geliştirilmeli, insan gücü yetiştirilmesine öncelik verilmelidir.
Nasıl savaş askerlere bırakılamayacak kadar önemli ise dış ilişkiler de sadece diplomatlara bırakılamaz. Özel sektör, basın, diğer kamu kurumları, silahlı kuvvetler, sanatçılar ve diğer sivil toplum kuruluşlarının yaklaşımları da bunların ilgi ve menfaatleri ölçüsünde dış ilişkilere yansıtılmalıdır. Sovenist ve meydan okuyucu yaklaşımlardan ziyade yapıcı işbirliği ve diyalog kültürü vurgulanmalıdır. Küresel ekonomide barışsever ülkeler arası rekabet kalıcıdır. Nihai hedef, dünyada “en büyük” ya da “en güçlü” ekonomilerden, “en modern” silahli kuvvetlerden birisini değil, dünyanın “en mutlu” ve “en müreffeh” insanlarının ülkesini inşa etmek
olmalıdır.
***********
Aslında sekiz yıla yayılacak iki iktidar dönemi Türkiye’nin çehresini değiştirecek nitelikte köklü başarılara imza atılması için yeterli bir süredir. Unutmayalım ki, Atatürk zamanının tüm olumsuz koşullarına ve yetersizliklerine karşın 1923-1938 zaman diliminde, yani sadece 15 yılda, Osmanlı’nın küllerinden dipdiri bir Cumhuriyet kurmayı başarmıştı. Düşünürseniz bu sürat ve bilgi çağında yine 15 yıllık bir süre olan 1985-2000 arasında neler neler yapılabileceğini ve yapamadığımız. Ve de 2002-2023 arasındaki zaman diliminde bizleri bekleyen çetin meydan okumalarını. Güçlü, akıllı, yaratıcı ve özgüvenli olduğumuz ölçüde kendi gelecek senaryolarımızı kendimiz yazabiliriz. Aksi taktirde, başkalarının kaleme aldığı senaryolarda, çoğu zaman gizli gündemin farkına bile varmadan, figüran olarak oynamaya mahkum oluruz. “Yol Haritamızı”da Washington ya da Brüksel’de çizerler.