Hikayenin ilk bölümünü Altın Oran – 1 başlığı altında okuyabilirsiniz.
İlk bebeklerine sahip oldukları günden sonra işler inanılmaz bir hızla gelişti. Gözündeki tik dışında gayet düzgün görünen bir matematikçiyle, sigara ve kahveden nefret eden ve en büyük hayali şiir yazan bir bilgisayar programı yazmak olan bir çılgın ama çok becerikli bir programcıyı işe almışlardı. En küçük ortağın dediği gibi “en iyinin iyisini kullanmadığınız sürece en iyinin iyisini üretemezdiniz”. ASÜF’ün mottosu da bu olmuştu. Şirketteki tuvaletlere konulan sabunlara kadar hep en iyinin iyisi kullanılmıştı; malzemenin de insanın da…
Ellerinde para dolu siyah çantalarla gelen ve mafya filmlerinden fırlamış gibi duran müşteri temsilcileri, çok haneli asal sayının yerleştirildiği özel akıllı kartları alıp, gerekli imzaları attıktan sonra daha kahvelerini bitirmeden giderlerdi. Müşteriye satılan ve akıllı karta yazılan asal sayının ne olduğunu bilgisayar dışında kimse bilemezdi. Bir asal sayı asla iki müşteriye satılmazdı. Hangi asal sayının hangi müşteriye satıldığını da kimse bilmezdi. Bilgisayar akıllı karta yazdığı asal sayının sadece kaç haneli olduğun kartın üzerine yazardı. Güvenlik açısından bunlar gerekliydi. Çünkü asal sayıyı alan şirket, banka yada orta çaplı bir ülke ordusunun tüm güvenliği neredeyse bu asal sayıya bağlı olurdu. Şirketler, bankalar ve generaller kimseye güvenmedikleri gibi tabi ki ASÜF’e de güvenmezlerdi.
ASÜF bunun da çaresini matematiksel olarak bulmuştu. Satıcının alıcıya ve alıcının satıcıya güvenmesine gerek duymayan sanal yazı tura metodunu keşfetmişlerdi.
ASÜF’ün sattığı sayıları ve müşterilerin bir kopyasını isteyen gizli istihbarat teşkilatından gelen bir ajana, sayıları vermenin imkansız olduğunu matematik bilgisi lise öğrencisinden daha düşük olan ajana anlatmak için epey bir uğraşmışlardı. Yine de şirkete inanmayan ajan, devlette çalışan matematikçi bir uzmandan aldığı raporun sonucuna istemeyerek de yenilgiyi kabullenmişti.
İşler çok güzel yürüyordu. Şehrin dışında mutlu bir bina kurmuşlardı. Çalışan klimalardan çıkan havanın sesinden başka hiçbir sesin olmadığı alt katta dünyanın en büyük dördüncü bilgisayarı gece gündüz durmadan sayı avlardı. Binlerce işlemcinin paralel çalıştığı bir bilgisayardı. Otuz kişilik bir teknisyen ordusunun sürekli bakımını yaptığı ve yeni eklemelerle sürekli büyüttükleri bir sayısal devdi.
Birkaç milyar dolar değerindeki bu dev bilgisayara Sayılar Prensesi gibi fiziksel ve işlem boyutlarıyla alakasız bir isim vermişlerdi. Programcılar sayılar prensesinin çalıştırdığı tek program olan “Sayı Avcısını” sürekli düzeltirler, genişletirler ve bakımını yaparlardı. Basılı olarak yirmi ciltlik dev bir külliyat oluşturan bu programda her bir yenilik bir soruna, her bir sorunda yeni bir programa yol açardı. Bu iş içinde kırk kişilik bir programcı ordusu bitmeyen bir savaşın mutsuz askerleri gibi durmadan uğraşırlardı: “asla yenilgi yok asla zafer yok”.
Bilgisayar yeni bir asal sayı ile karşılaşınca, yemekhane dahil olmak üzere binanın on yerine yerleştirilmiş kırmızı ışıkları sanki yangın var gibi yakıp söndürürdü. İlk başlarda iki günde bir yanan kırmızı ışık daha sonraları asal sayıların basamakları arttıkça daha geç yanmaya başlamıştı. Çünkü basamakların artması tikleri yaşlandıkça artan matematikçinin dediği gibi daha derine dalmakla aynı anlama geliyordu. Tıpkı madenciler gibi çalışıyorlardı. Derine indikçe çalışmak daha zordu ama değerli olan da, normal yaşamda olduğu gibi hep derinlerdeydi.
Her şey sakin bir mutluluk ve adı konmamış bir huzur içinde tıkır, tıkır işlerken bir akşam üstü bay X üç adamı ve elinde bir baston ile çıkagelmişti. Forbes dergisinde adı geçen dünya çapında sayılı zenginlerden biri olmasına rağmen dışardan emekli bir banka memurunu andırıyordu. Bir Türkdü. Hep yapılan bir şakaya göre Türkiye’nin yarısı onundu, diğer kalan yarısını ise kiralamıştı.
Elindeki baston bile şehirdeki sıradan mağazalardan alınmış ucuz bir şeydi. Tüm dolar multimilyarderleri gibi yaşamı boyunca parayı önemsemeyen bir yaşam biçimi sürmüş, hep başka şeylerin peşinde koşmuş ve bu arada para da su gibi akmıştı. Ama gerçekten de yaşamı boyunca paraya zerre önem vermemişti. Ne yaptıysa hep başka şeyler için yapmıştı ve para bir yan ürün olarak gelmişti. Nükleer fizik konusunda doktorasını yaparken birdenbire parlak bir akademik kariyeri bırakıp anlamlı bir şeyler yapmak için iş hayatına atılmış ve inanılmaz başarılar elde etmişti. Yine de en büyük zevki otuz bin kişinin çalıştığı devasa şirketinin merkez ofisinin olduğu binaya bisikletle gidip gelmekti. Bu iş için evi ile dev bina arasında sadece kendinin kullandığı özel bir yol yaptırması kimilerince büyük bir görgüsüzlük olarak nitelendirilmiş, ona hayran bir grup başka insan için ise, onun dehasının sıradan insanlar için anlaşılmaz hareketlerinden biri olarak yorumlanmıştı.
İsmi tabi ki X değildi. Üniversiteden beri bu ismi kullanırdı. Gerçek ismi sadece sözleşmelerin altındaki imza yerlerinde dururdu. Günlük yaşamda sadece karısı gerçek ismiyle ona hitap edebilirdi. Sekreterlerden, devlet başkanlarına kadar diğer tüm insanlar Bay X demek zorundaydılar. Zaten kimse umursamazdı bunu. Bir dolar multimilyarderinin bir başka tuhaflığı olarak kabul edilmişti.
Devasa şirketi altın yumurtlayan bir kaz haline gelince, Bay X işlerle ilgilenmeyi bırakıp, zamanının tümünü garip projeler için harcamaya başlamıştı. Bazen NASA’nın milyar dolarlık projesinin anlatıldığı bir toplantıda bazen de herhangi bir üniversitenin mühendislik bölümünün bitirme projesi yarışmasında, oyuncağa benzeyen projelerinin başında ter döken öğrencileri izlerken onu görmek mümkündü. Uzaya yerleştirilecek yüz milyon dolarlık dev bir teleskop projesinin sunumunu da, üniversitelerin bitirme projesini heyecanla anlatan bir delikanlıyı da aynı ciddiyetle dinler ve zaman, zaman ucuz ufak defterine, ucunu kendi açtığı kurşun kalemle not alırdı.
Elinde tuttuğu güç sayesinde meraklı gazetecileri kendinden uzak tutmayı başarabiliyordu. Yalnızlığı ve huzuru severdi. Çok azimli olan meraklı yeni yetme gazeteciler ise korumalar tarafından “Bay X’in huzura duyduğu özel ihtiyaç” konusunda nazikçe ikna edilirdi. Zaten şimdiye kadar ikna olmamış bir gazeteci olmamıştı.
Bay X’in üç adamı ile birlikte kapıda beklediğini söylediklerinde üç ortağın en küçüğü hemen içeri alınmasını söylemişti. Bay X gibi yaşayan bir efsanenin ASÜF’de ne işi olabilirdi ki? Sayı satın alma işlemi olsa bu işi onun yerine yapacak yüzlerce adamı vardı. Peki bay X niye buradaydı?
Yazının devamını Altın Oran – 3 başlığı altında okuyabilirsiniz.