Üniversitelilik Bir Süreç Gerektiriyor
Kanımca sorunun temeli üniversite kelimesinin kavramının tam olarak anlaşılmamasından kaynaklanıyor. Bunun da nedeni, temelde toplumsal olarak bilim kültürümüzün gelişmediği, bilimin toplum yaşamına katkısının doğrudan görülmemesi olarak gösteriliyor. Üniversitelilik bilinci yeterince anlaşılmadığı için yeni fakülte ve üniversitelerin açılması gündeme gelmektedir.
Üniversite gerçek üniversite gibi fonksiyon üstlenmediği için de neden ilk 500 sıralamasında yokuz sorusu kolayca soruluyor. Çünkü bugün bir çok üniversitemizin misyonu ve vizyonu tam olarak belirlenmemiş. Sorun çözmeye yönelik amacı ve hedefi olmayan bir üniversitenin bilim, sanat ve kültür üretme şansı olmadığı gibi dünyada kendine bir yer edinmesi de beklenemez. Üniversitelik süreci uzun erimli bir olgu olup bugünden yarına da gelişmez ve değişmez. Bunun da köklü ve uzun süreli çözümler gerektiren bir yapıda işlenmesi gerekmektedir.
Üniversitelilik Temel Bir Bilim Politikası Gerektiriyor
Bugün 70-80 yıl önceki durumdan daha da geri olduğumuz söylenebilir. Genç Cumhuriyetin en azından bir ideolojisi vardı ve bu ideolojinin temel felsefesi her yönü ile bağımsız toplumu muasır medeniyetler seviyesine çıkarmaktı.
Bunun için işe eğitim birliğini sağlayarak başladılar. Nüfusunun tamamına yakını köylülerden oluşan bir yapıda, köylüleri çiftçileştirerek üretime katmayı hedeflediler. Üretime katılan köylülerin eğitimi için Köy Enstitülerini kurdular ve köylüleri okur yazar yapmayı hedeflediler. Cumhuriyetin Kemalist ideolojisi üniversiteleri de Darülfünun’la başlayan gelişmeyi 1930’lu yıllarda yani yasa ile yarı özerk hale getirdikten sonra maddi ve manevi anlamda destekleyerek ülkenin yetişmiş insan gücü ve bilim yapmasının kapılarını aralamış oldu.
Ancak daha sonra ülkemizin bilinen süreç sonucu eğitim yörüngesi değiştirildi. Cumhuriyeti kuran felsefenin ve ideolojin amaca ulaşması engellendi.
- Toplum olarak bilimin önemini kavramış durumda değiliz. Sokaktan birine sorulduğu zaman üniversitenin işlevini üst düzeyde meslek öğreten bir kurum olarak görmektedir.
- En büyük öğretmen anneler halen yüksek oranda eğitimsiz. Üniversite öğretim üyeleri ile yapılan anket sonucuna göre öğretim üyelerinin büyük çoğunluğunun geldiği aile yapısının okuma oranı düşük
- Okul öncesi ana okul eğitimi yetersiz.
- İlk öğretim bugün tabir caizse evlere şenlik, durumu iyi olan çocuğunu alıp özel okullara vermekte, diğerleri için ise “altta kalanın canı çıksın” anlayışı hâkim. Daha önce de yazdım, devlet okullarının fiziki yapısı bile minik çocukların ruhunu karartacak durumdadır. Duvarlardaki tek tük resimler de savaşları çağrıştırıyor. Bunların dıştan görünüşü bile sıkıcı ve kasvetli.
Test Çözmekle Olmuyor
Orta öğretim aynı durumda, eğitim vermek yerine test usulüne göre düzenlenmiş bir eğitimle sınava yarış halinde katılım sağlanmaktadır. Öğrencinin okuma, anlama, düşünme ve çözümlemeye zamanı yok. Ders sonrası hafta sonu sürekli dershaneden dershaneye, özel derse koşmaktan öğrencilerin dersi öğrenme hevesi bitmiştir.
Hal böyle olunca zamanın önemli bölümü öğrenilmeden geçmiş oluyor. Türkiye UNICEF’e göre 52 ülke içinde matematikte sıralamada 44’üncü olmakla çok kötü durumdadır (Cumhuriyet 2.12.2002). Yine Fen eğitimi sıralaması yönünden de 38 ülke arasında 33’üncü sıradadır. Bilindiği gibi ÖSYM sonuçlarına göre matematik ortalaması 3,5 ile en kötü durumdadır. Yine ÖSYM sınavında 60 bin kişi sıfır puan almaktadır. Üniversiteye öğrenci hazırlayan öğretmenlerin girdikleri sınavlarda benzer şekilde çoğu öğretmenin yetersiz olduğu görülmektedir. Tamamen olayın bir zincirin halkaları gibi bir biri ile ilintili oldukları görülmektedir. İlk öğretimden üniversite sonrası eğitime kadar bir bilim felsefesi ve politikası etrafında işlenmesi ülkemizin bilişim çağını yakalamasına yardımcı olacaktır.
Eğitim Sistemi Ezberci
Eğitim sistemi ezbere yönelik olduğu için sorma, sorgulama, kaşlılaştığı sorunu acaba başka türlü de bir çözüm yolu olamaz mı diye düşünme yaratıcılığı da gelişmiyor. Sistem bir bütün olarak sınava dayalı başarı üzerine kurgulandığı için daha çok devlet memuru zihniyeti ile adam yetiştiriyor. Üniversitelerde her türlü tartışma ve eleştirel düşünme geliştirmediği için sisteme ağırlıklı olarak “medrese” anlayışına uygun itaat ve biat eden sadakatli eleman yetişmektedir. Bu elemanların üniversitede yabancı dil sınavını şu veya bu şekilde geçmeleri, bir iki makale yazarak akademik kariyer almaları bilim adamı yetiştirildiği anlamına gelmiyor. Maalesef YÖK sistemi ile birlikte ülkenin dinamik insanlarının kümelendiği üniversite ortamlarında Gazeteci Taha Akyol’un dile getirdiği (17 Haziran 2005 Milliyet) “Üniversite”ye hiç yakışmayan ama her devirde devlet eliyle dayatılmış düşünme biçimi!” bugün üniversitelerdeki işlevsiz yapılanmanın esas nedenidir. Üniversiteler maalesef bu gelişmeleri görememiş ve bugün kısır döngülerin arasında sıkıştırılıp kalmış ancak mevcut sistem, anlayış ve kadroları ile geleceğe ufuk açması da biraz zor görülüyor.
Üniversitelerin birincil görevi olan bilim yapacak nitelikte yaratıcı üretken, iletişimi bilen, bilgiye ulaşan insan yerine daha uysal, söz dinleyen devlet memuru anlayışlı insan yetiştirmektedir. Bugün dünyanın geldiği noktadaki bilimsel devrimlerin yaratılması memur zihniyeti ile değil, özgür ve bağımsız düşünebilen anlayışla sağlanabilmiştir.
Ülkemizin Bilim Adamı Yetiştirme Politikası Yok
Ülkemiz üniversiteleri ise batılı ölçekte dikkate alındığında ne gerçek anlamda bilimsel araştırma yapabilmekte ne de ciddi eğitim ve öğretim verebilmektedir.
Prof. Dr. Bahattin Baysal, Cumhuriyet Bilim ve Teknik ekinde (sayı 939) aynı konudaki yazısında bu kategoriye göre en yüksek puanı alarak ilk sıraya oturan Harvard üniversitesinin 1933-1953 yılları arasında rektörlüğünü yapmış olan Prof. James Conant’ın üniversitesini nasıl değiştirdiğini anlatmaktadır. -Akademik kadro oluşumunda son derece objektif ve işe uygun kişi alınmaktadır. Prof. Dr. Bahattin Baysal, Harvard üniversitesinin öğretim üyeleri seçiminde ABD’deki en iyi öğretim elemanlarını aldıklarını belirtiyor. Ve üniversiteye alınan öğretim üyelerinin 8 yıl denemeden sonra kalıcı statüye alındığı veya üniversiteden dışlanmaya başlandığını belirtiyor.
Üniversitelerin Bilim ve Teknoloji Geliştirme Felsefesi Yok
Ülkenin bir bilim politikası olmalıdır. Ve üniversite politikası veya bilim politikası hükümetler üstü olmalıdır. Hükümetlerin değişmesinden bilim politikası etkilenmemelidir.
Ülkenin Bilim kültürü ve felsefesi yok. Felsefe bilen bir toplum değiliz. Ortaöğretimde bilim felsefesi öğretilmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Geçmişte ülkemizde orta öğretimde uygulanan olgunlaşma sınavlarında sorulan sorular felsefi kökenliydi ve yaşamı anlamaya yöneliktir.
Ülkemizde bilim ve teknoloji arasındaki bağlantı sağlıklı bir şekilde kurulamadı. Bilim olmadan teknolojinin olmayacağı tam olarak anlaşılmadı. Bugün uzay teknolojisi bilimsel araştırmaların sonucunda oluşmuştur. Ülkemiz bu bağlamda teknolojiyi geliştirmek için bilimsel çalışma yapmak ve Ar-Ge çalışmaları yerine teknoloji satın almayı benimsemiştir. Bu konuda hem batılılar ülkemizi teknoloji satın almaya ikna etmişlerdir, hem de yöneticilerimiz 1945 sonrası politikalarda bu konuda öngörüsüz kalmış ve ileriye yönelik yatırım yapamamışlardır. Doğal olarak sürekli teknoloji satın alınmıştır. Maalesef tarım-hayvancılık ve gıda alanında yöneticilerimiz bilimsel araştırmalara para ayırmak yerine dışarıdan alırız felsefesini benimsemişlerdir. Teknoloji gelişimi uzun süreli ve pahalı bilimsel çalışmalara dayandığı için teknolojiyi geliştiren ülkeler sahip oldukları teknolojiyi pahalıya satmaktadırlar. Zaman zaman ülkemiz teknolojideki gelişmeklere bağlı olarak satın almada zorluklar yaşadığını biliyoruz. Üniversitelerin bir kısmının altyapı sorunu bulunurken bir kısmı da birer teknoloji mezarlığına dönüşmüştür. Bazı birimlerde sürekli teknoloji ithali nedeniyle kurumda çok sayıda atıl cihaz yaşanmaktadır.
Bilimsel Yayın Kalitesi Sorunu
Bilimsel Yayın Sıralamasında Sayısal Olarak İyiyiz Ancak Nitelik Olarak Değil
Ülkelerin bilimsel yönden gelişmişlik ve eğitim düzeylerinin en önemli ölçütlerinden biri de ürettikleri SCI kapsamına giren bilimsel yayın sayısıdır. SCI endeksli yayınların son yıllarda uluslararası alanda prestij ölçüsü olması nedeniyle bilim çevreleri tarafından dikkatle izlenmektedir. Ancak artık yayın sayısı kadar yayınların kalitesi daha çok dikkate alınır bir ölçü olarak kabul edilmektedir. Bugün ülkelerin toplam yayın ve kitap sayısı daha çok ülkenin bilimsel altyapısı, bilimsel araştırmaya ayırdığı kaynak ve destek ile doğrudan ilişkilidir.
SCI’ de yer alan makaleler genelde İngilizce olması ve anadili İngilizce olan ülkelerin yayın yapmasına büyük bir üstünlük kazandırmaktadır. Yinede ülkelerin makale sayısı sıralanması o ülkelerin bilimsel gelişmişliği ve bilime bakışı ve bilim politikalarıyla ilişkilendirilmektedir.
Bilimsel makaleler genelde gelişmiş ülkelerde teknolojiye dönüştürüldüğü için toplum bilimin önemini doğrudan hissetmekte ve etkisini teneffüs ettiği için toplumsal olarak yaşam kalitesi arttığı için bilime değer vermekte, bilimi yaşamın bir parçası olarak görmekte ve sahip çıkmaktadırlar. Ayrıca bilimde gelişmiş ülkeler bilimsel ürünlerini ve eğitimden yüksek gelir sağladıkları için de bilime önem vermektedirler.
Üniversiteler Düşünce Tembelliğini Aşmalıdır
YÖK öncesi sınırlı sayıda makale yazılmakla beraber bunların kalitesi yüksek iken sonraları bu kalitenin düştüğü görülmektedir. YÖK öncesi sınırlı sayıdaki üniversitede akademik aşama için aranmayan makale sayısı yavaş yavaş aranmaya başlanmış ve Türkiye’deki üniversitelerin daha yeni yeni bilimsel makale yapmaya başlamıştır. YÖK öncesi profesör olmak için herhangi bir kriter aranmıyordu. Şimdi yeni yeni 2000 yılından sonra akademik aşama için YÖK baskısı ile makale zorunluluğu getirilmiştir. Ancak akademik yükselme için dosya hazırlama da amacından saparak bilimsel kaliteyi yükseltmek yerine tam tersine dejenere etmiş ve verimsizliğe dönüşmüştür.
Birer özgürlük alanı olarak üniversitelerde başta akademik özgürlük olmak üzere her alanda bilim insanları ve öğrenciler beyin fırtınası yaratabilmelidir. Üniversiteler bugün kim ne derse desin düşük verimlilik düzeyinde çalışmaktadır. Kesin olmamakla beraber ülkemizin 53’ü kamu ve 24 vakıf üniversitelerinde toplam 70 bin akademisyenin görev yapıyor ve bunlardan uluslararası dergilerde makale yayımlayan öğretim üyesi sayısı her yıl 3-4 bin arasında değişiyor. Diğerleri sorusunun cevabı açık. Daha önce de belirttim, öğretim üyesi başına düşen makale sayısı 0.10 düzeyinde bulunmaktadır. Acaba 0.90’nının bilimsel makale üretmemesinin gerekçesi nedir? Bunu sorgulayabilecek miyiz?
Son yıllarda üniversitelerin bilimsel yayın sayısının arttığı bir gerçektir fakat bu artış tamamen ülkenin bilim politikası ve altyapı iyileştirilmesinin bir sonucu olarak değil, daha çok akademik aşamadaki zorunluluk, TÜBİTAK teşviki (az da olsa maddi destek) ve yurtdışında doktora öğrenimi görüp yurda dönen genç araştırıcıların geçmişten getirdikleri birikim sonucudur. Türkiye’nin bilimsel aktivitesini yükselten bu artış istekli ve sürekliliği olan bir durum arz etmemektedir.
CBT dergisi 951 sayısında 2003 yılında 12.057 makale ve 2004 yılında ise 14.387 makale üreterek bir yıl ara ile 2330 makale fazla üretildiği görülmektedir. Ülkemiz SCI’ce taranan dergilerde yayınlanan ülke adresli yayınlar sıralamasında 1981 yılında 344 yayınla 41. sırada iken 2004 yılı itibarı ile 14.387 ile 22-24 sıra aralığında yer almaktadır. Ancak buna rağmen dünyadaki ilk 500 üniversite sıralamasına hiçbir Türk üniversitesi girememiştir. Ancak daha önce de belirttiğim gibi ülkemiz bilimsel yayınların çoğunlukla akademik yükselme amacıyla yapıldığı görülmektedir (Ortaş 2003, Gelişmeyen Bilim Ortamında Artan Bilimsel Yayın Sayısı. CBT sayı 828 2003). Bu sayıların artışı sevindirici, ancak kalite açısından bir o kadarda üzücü nitelikteydi. Geçmişteki göstergeler geçmişte yapılan yayınların daha çok uluslararası alanda itibar gördüğünü göstermektedir. Batıdaki gelişmiş ülkeler ile karşılaştırıldığımızda alınan patent sayısı ve üretilen bilimsel makalelerdeki bilginin teknolojiye dönüşmesi yönünden arada yüzlerce defa fark bulunmaktadır.
Fakat her şeye rağmen kısa sürede 46. sıradan 22-24. sıraya gelmiş olmak insanımızın İngilizce okur yazarlık düzeyinin arttığının bir göstergesi olarak iyi karşılıyorum, ancak yetersiz. Daha fazla kişinin yayın yapması gerekir. Ancak şimdiden bazı önlemlerin alınması ile eldeki yetişmiş insan gücü ile zamanla daha iyi bilimsel araştırmalar yapılarak daha fazla atıf alabilen makaleler yapılabilir.
CBT dergisi 951 sayısında üniversitelerde öğretim üyesi başına üretilen makale sayısı ile üniversitelerin sıralaması alt üst olmuş ve birden çok farklı bir tartışma başlamıştır. Bu sadece yabancı endeksler açısından böyledir. Yazıların etkisi olup olmadığını hiç göstermediği gibi, kitap ve benzeri çok değerli çalışmaları da dikkate almamaktadır. Onun için, diğer bütün yayınları da içeren daha doğru endeksler oluşturmalıyız. Böylece daha doğru göstergelere ulaşabiliriz.
Ancak yine de durumun, çok iç açıcı olmadığı anlaşılıyor. Birkaç üniversitede son birkaç yılda yapılan yayınların isim listelerinde hep belirli isimler ön plana çıkmaktadır. Bütün göstergelerde öğretim üyelerinin önemli bir kısmın yayın yapmadıkları görülmektedir. Yapanların da genelde benzer ve aynı kişiler olduğu görülmektedir. Üniversitelerin bugün içinde bulunduğu bu verimsizliğin bir gelenek haline geldiği ve gelecek kuşaklara da yanlış örnek teşkil ettiği görülmektedir. Üniversite ortamında bir iki yayın yapmanın bilim adamı olmak için yeterli olduğu yüksek düzeyde kabul gördüğü anlaşılmaktadır. Bu konunun enine boyuna masaya yatırılıp tartışılması ve bazı radikal önlemlerin alınması gerekir. Bu konuda kendisini yenileyen üniversitelerin önümüzdeki dönemde dünyada daha saygın yerlere gelecekleri muhakkaktır. Tersi de doğrudur.
Araştırmaların Kalitesi Yetersiz
Türkiye üniversitelerinin belki de en ciddi sorunu bilimsel araştırma yapma anlayışı, metot ve değerlendirme sorunu olarak görülmektedir. Bu da yine üniversitelilik bilinci, kaliteli öğretim üyesi potansiyeli vs gibi bir çok faktöre bağlı olarak gelişmektedir. Ülkemizde her türlü zorluğa rağmen bazı verilerin elde edildiği, genç araştırıcıların akademik aşama için yayın yapmaya kendilerini zorladıkları sevindirici. Ancak üniversitelilik bilincinin yetersizliği neyi nasıl yapacakları, nasıl ölçecekleri ve nasıl değerlendirecekleri konusunda ciddi anlamda gelişmiş üniversiteler ile kıyaslandığında eksiklerimiz bulunmaktadır.
Bilimsel Araştırmaları organize etme, yöntem ve ölçme, değerlendirme yönünden pek de iyi durumda sayılmayız. Ülkemizde Yapılan araştırmaların bilimsel bakış açısına uygun hazırlanmadığı ortaya çıkmıştır. Mersin Üniversitesinden Doç. Dr. Adnan Erkuş ülkemizde üretilen bilimsel çalışmaların yöntem, istatistik ve ölçme yanlarının zayıf olduğunu belirtiyor
Erkuş, (2005) ve Erdoğan, (2001) üç büyük üniversitemizde, üç alanda yapılan tezlerin psikometrik açıdan ele alındığı 93 yüksek lisans ve doktora tezinin çoğunda karşılaşılan durumu şöyle özetlemektedirler. a)Veri toplama amacıyla kullanılan uyarlama ya da özgün ölçme araçlarının, gerek uyarlama gerek geliştirilme süreçlerinin çok kötü olduğu; güvenirlik ve geçerliklerinin ya hiç irdelenmediği ya da uygun olmayan yöntemlerle irdelendiği;
b)Verilere ve denencelere (hypothesis) uygun analizlerin ya yapılmadığı ya da yanlış analizler yapılıp rapor edildiği saptanmıştır” diyor. Karakuş daha öce sunulan çalışmalarının ışığında bu ve benzeri çalışmalarda çalışmada yer alan çok sayıda makalenin;
Araştırmanın amacı nedir?
Araştırmada aranan nedir?
Araştırma hangi konularda ve hangi donanım ile yapılacaktır ?
Araştırma sonucu ne bulundu?
Araştırma bulguları aranan soruya cevap veriyor mu?
Bulguların bilimsel önemliliği nedir?
Gibi soruların cevapları ile sık sık karşılaşmaktayız. Bugüne kadar bir çok tez danışmanlığı ve jüri üyeliklerinde bulundum. Görebildiğim en ciddi eksiklik “ne aranıyordu, ne bulundu; bulunan sonuç ne ifade ediyor”. Burada şu ünlü söz akla gelmektedir. Ne aradığını bilmeyen ne bulduğunu hiç anlamaz.
İddiası Olmayan Çalışmalar
Maalesef çalışmalarımızın çoğunun amacı ve hipotezinin olmadığı açık ve net. Yetersiz araştırma yanında amacı, hedefi iyi belirlenmemiş, hangi sonunu çözeceği net olmayan araştırmaların yapıldığı görülmektedir. Yapılan araştırmada elde edilen verilerin değerlendirilmesi, yabancı dilde yazılıp yayınlanması ise ayrı bir konu. Yayın yapan hocalarımız bilir. Bir yayın hazırlandıktan sonra en az iki ile üç yıl içinde yayınlanabil maktadır. Ülkemizde daha çok vaka, uyarlama, yapılan araştırmanın ülkemiz koşullarında olabilirliğinin denenmesi esasına dayandığı için genellikle ikinci ve üçüncü sınıf araştırma olarak kabul edilmektedir. Araştırıcılarımızın çoğunun yabancı dilde yazma yeteneğinin düşük olması, kendi alanında yayınlanan makalelerin az okunması, doğal olarak elde edilen verilerin kaliteli yayına dönüşmesini sınırlamaktadır. Hal böyle olunca ülkemiz hem yayın sayısı hem de kalitesi yönünden daha düşük düzeyde kalmaktadır.
Bilimsel araştırma stratejilerimizin yeniden gözden geçirilmesinde yarar vardır.
Konuyu bir bütünlük içerisinde önümüzdeki haftalarda daha detaylı olarak inceleyeceğim.