Elbette ki bilim dili, kültür dili, ticaret dili neyse öğrenmeli, öğretmeliyiz. Ancak, unutmayalım ki, insanlar rüyalarında bile ana dillerini kullanıyorlar. Yaratıcılık ana dille oluyor. Bir dilin yaygın kullanımı ona sadece kültürel hükümranlık sağlamıyor, aynı zamanda ekonomik ve siyasi avantajlar da getiriyor. Onun için, yabancı dillere haklı olarak önem verirken, Türkçe’nin yaygın, doğru ve güzel kullanımını ihmal etmeyelim.
Çince’yi dünyadaki her beş kişiden birisi konuşuyor. Çin’in dünyanın yeni ekonomik süper gücü olacağına dair öngörüler Batı’da bu dile talebi daha da artırdı. Kullanmaya kullanmaya paslanan, Pekin’deki üç yılımın mirası Mandarince’mi revizyondan geçirmek için ben de sıkı çalışmaya başladım. Çocuklarımıza da öğretiyoruz.
İngilizce’yi bugün 380 milyon insan ana dili, bir o kadarı da ikinci dili olarak kullanıyor. En az bir milyar kişi de öğrenmeye çalışıyor. Dolayısıyla, dünya nüfusunun üçte biri şu ya da bu şekilde İngilizce ile haşır neşir. 2050’ye kadar dünyanın yarısının İngilizce iletişimde sıkıntı çekmeyeceği tahmin ediliyor. Fildişi Sahili’nde posterlerde görüyor, Tokyo’da pop şarkıcılardan dinliyor, Phnom Penh’de resmi belgelerde okuyoruz. Deutsche Welle yayınlarını İngilizce yapıyor. İzlandaki Bjork şarkılarını bu dilde söylüyor. Fransız ticaret okullarında öğretiliyor. Bolivya’da Bakanlar Kurulu’nda anlaşma dili İngilizce. Hindistan’daki yüzlerce etnik grubu bir arada tutan çimento.
Diller sadece bir ulusun diğer uluslarla konuşmasını sağlayan bir iletişim aracı değil. Aynı zamanda kültür ve kimliğin muhafızı, taşıyıcısıdırlar da. İngilizce’nin böylesine pervasızca yayılması ve kabul görmesi, yerel kültürü tahrip etme, hatta ortadan kaldırma riskini beraberinde getiriyor. Bu kaygı İngiltere’de bile güçlü şekilde hissediliyor; zira İngilizce’nin taşıdığı kültür, İngiliz değil, genellikle Amerikalı.
Bu gelişmeden en fazla rahatsız olanların başında Fransızlar geliyor. Fransızca, elitizm ve estetik kaygılar arasında gidip geliyor. Fransızca, bugün Fransa, Belçika, İsviçre, Kanada, bazı Afrika ve Okyanusya ülkelerinde yaklaşık 170 milyon kişi tarafından konuşuluyor. Lakin, 20. yüzyılın başından itibaren savunmaya çekildi. Fransa dışındaki bu dili konuşanları bir araya getirmek ve Fransız kültürünü, dilini teşvik etmek amacıyla İngiliz Uluslar Topluluğu’na benzer bir La Francophonie oluşturuldu. Ancak, Bulgaristan ve Moldova gibi ülkeler bile bu birliğe dahil edilmesine ve Fransız hükümetinin tanıtım için her yıl çeşitli programlara 1 milyar dolardan fazla para harcamasına rağmen Fransızca halihazırda dünyada en çok konuşulan diller arasında sadece altıncı sırada gözüküyor.
Öte yandan, İspanyolca’nın yıldızı hızla parlıyor. ABD’de ikinci dil olarak kabul edildi. Latin Amerika ve Karayipler’de 231 milyon kişi tarafından konuşuluyor. Sonradan öğrenenlerle birlikte dünyada İspanyolca konuşanların sayısının 650 milyonu bulduğu ileri sürülüyor.
55 milyon Orta Asyalı’yı ve Çin’den Yunanistan’a kadar diğer ülkelerdeki Türki azınlıkları hesaba katarsak, Türkçe’nin bugün en az 150-160 milyon kişi tarafından konuşulduğu söylenebilir. Hiç de azımsanmayacak bir kitle. Bu itibarla, küresel dil rekabetinde sadece Türkik kuzenlerimizi değil, aynı zamanda TV kanallarımız sayesinde muazzam kültürel yakınlık, ortak paydalar yaratmaya başladığımız bölgesel komşularımızı da hedeflemeliyiz. Böyle bir çabanın bilerek ya da bilmeyerek bize getireceği ticari, siyasi ve kültürel kazançları düşünelim.