Ümit Kumcuoğlu’nun daha çok problemlerin teşhisine ve çözümüne yönelik yaptığı sunumu kendi kaleminden şöyle;
- Değerli Ekonomistler Platformu üyeleri ve sayın konuklar,
Böyle yağmurlu bir günde bizleri dinlemek için buraya geldiğiniz için sizlere ve bizlere bu fırsatı tanıdığı için Ekonomistler Platformuna teşekkür ederim.
Öncelikle belirtmek isterim ki ifade edeceğim görüşler sadece kendime ait olup çalıştığım kurumun görüşlerini yansıtmamaktadır.
Ben Türk tasarruf sistemine geniş bir perspektiften bakmak istiyorum. Tasarruf sistemi, bankacılık sektörü, sigortacılık sektörü, sosyal güvenlik sistemi, bono piyasası ve hisse senedi piyasasından oluşan bir bütündür. Türkiye’nin tasarruf sistemi ile sorunlardan muzdarip olduğu noktasında sanırım hepimiz anlaşıyoruz.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Türkiye Dünya’da devletçi ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçerek büyüme hızını düşüren tek ülke olmuştur. Bu geçiş esnasında ekonomimizde beklemediğimiz bir verimlilik düşüşü yaşadık ve bunun faturasını tasarruf sistemi içinde ödüyoruz. Bu fatura nasıl ortaya çıktı? Son 20 yılda Türk ekonomik sistemine kaynak getiren yerli ve yabancı oyuncular, özellikle de yerli oyuncular yüksek getiri elde ettiler. Ancak kaynakların sistem tarafından kullanımında aynı yüksek getiri sağlanamadı. Bu nedenle de sistemin toplam aktif ve pasifi arasında bir fark oluştu. Bir başka deyişle, ulus olarak sahip olduğumuzu sandığımız varlık ile gerçekten sahip olduğumuz varlık arasında bir fark oluştu.
Bu noktada iki çözüm olabilir: Ya beklentimizi gerçeğe uyacak şekilde aşağı çekeriz, ya da gerçeği beklentimize uyduracak bir plan ortaya koyarız. Yani ya faturayı öderiz, ya da ödemeyiz. Biz ülke olarak faturayı ödeme kararı aldık gibi görünüyor. Bu durumda faturayı ya devlet ödeyecek, ya kaynakları verenler ödeyecek, ya kaynakları kullananlar ödeyecek. Eğer devlet ödeyecekse de bunu birilerinden alacak, ya girişimciden, ya tasarrufçudan ya da ücretliden.
Sorunun kaynağını teşhis ettikten sonra şimdi de sistemin şu anki halini analiz edelim. Ben tasarruf sistemine tamamen konsolide olarak ve nihai yatırımcı açısından bakmak istiyorum. Zira olaya sistemin bütünü değil de bankalar gibi hem fon alan hem de fon veren kurumlar açısından bakıldığında bazı büyüklükleri iki kere sayma veya saymama gibi yanlışlar yapılabiliyor.
Şimdi tasarruf sistemine nihai yatırımcı açısından bakalım. Kim var sistemde nihai yatırımcı olarak? Türkiye’de fazla bir kurumsal yatırımcı tabanı gelişmiş olmadığı için ağırlıklı olarak perakende yatırımcı vardır. Yaklaşık 80 ila 100 milyar dolar arasında değişen bir mevduat stokumuz var (repolar da dahil olmak üzere). Bir de halkın doğrudan aldığı hisse senetleri, hazine bonoları ve eurobondları saymamız gerekir. Bunları üstüste koyarsak Türkiye’nin toplam tasarruf hacminin toplam 120-125 milyar dolar olduğunu görüyoruz. Bu nihai yatırımın %90’ı kısa vadelidir. Yatırımcı uzun vadeye itibar etmemektedir.
Özet olarak tasarruf sistemimizde iki ana sorun gözlüyoruz: birinci olarak son yirmi yılda oluşturduğumuz bir stok sorunumuz var; ikinci olarak da yatırımcının bu stoku uzun vadeli olarak tutma konusunda bir isteksizliği var.
Şimdi de tasarruf sisteminin çok büyük bir bölümünü oluşturan bankacılık sistemine gelelim. Bankacılık sisteminin iki ayrı fonksiyonu vardır: birincisi, fon yönetimi ve risk yönetimi fonksiyonu, yani kaynak akımlarını düzenleme görevidir. İkincisi ise bankacılık sisteminin bir hizmet sektörü olarak ifa ettiği fonksiyon. Bankaların karlılığı esasen bu iki görev sonundaki kazandıkları paraların toplamıdır.
Türkiye’de bankacılık sektörünün özellikle hizmet kesiminde arz çok talep azdır. Bu nedenle de bankacılık sektöründe kapasite kullanımı ve karlılık çok düşüktür.
Bu noktada bankaların sermaye yeterliliği konusunu biraz irdelemek istiyorum. Türkiye’de bankaların 100 milyar dolar civarında bir aktif büyüklüğü vardır. Fakat buradan reel ekonomiye giden miktara bakarsak, yani hazine garantili olanlar dışındaki krediler ile dış ticaret finansmanlarını sayarsak 20-22 milyarlık bir miktara ulaşıyoruz. Yüzde 15’lik çok muhafazakar bir sermaye yeterlilik rasyosu altında dahi bankacılık sisteminin reel sektörle ilgili kısmının sermaye ihtiyacının 3 milyar dolar civarında olduğunu görüyoruz. Bu sermaye bugün bankacılık sistemimizde vardır. Temel sorun, bankaların hazinenin borçlanma politikasının getirdiği vade farkını taşıyacak kadar sermaye gücüne sahip olmamalarındadır. Türkiye’de dünya’da az görülen bir şekilde kamu borcunun büyük bölümünü bankalar taşımaktadır. Üstelik de bakaların bu bordu taşırken kullandıkları fonların kısa vadeli olması büyük bir vade uyumsuzluğu ortaya çıkarmaktadır. Bu riskleri gören vatandaşlar iki yol izliyorlar: birincisi, uzun vadeye gitmemek; ikincisi de mevduatta devlet garantisi aramak. Yani devletin doğrudan borçlanmak istemediği kısa vadeyi vatandaş devletten dolaylı yoldan da olsa zorla alıyor. Devlet vatandaşa satamadığı vadeli finansman araçlarını zorla bankalara vermekte ancak bankalar da bunun karşılığında mevduatı garantisi almaktadırlar.
Sistemin işleyişine bu şekilde dikkatlice bakınca bono piyasamızın ne kadar suni olduğunu kolayca görebiliriz. Bunu döviz piyasası ile karşılaştırınca daha da net olarak görebiliriz. Türkiye’de ithalatçının, ihracatçının, tasarruf sahiplerinin ve spekülatörlerin aktif olduğu çok aktif ve reel ekonomi ile bağlantılı bir döviz piyasası vardır. Bizlere okullarda öğretilen Ekonomi-101 dersinde anlatıldığı gibi, gerçek bir “piyasa” olmak için gerekli bütün nitelikler döviz piyasasında mevcuttur. Bono piyasasına baktığımızda aynı özellikleri göremiyoruz. Çünkü devlet garantisine yüzde yüz bağlı bir sisteme bakıyoruz.
Bu teşhis uyarınca devlet ne yapabilir? Bu konuda da üç pratik öneri yapabiliriz. Birincisi, devlet vade riskini bankalara yıkma tercihini yeniden gözden geçirebilir. İkincisi, mevduat garantisini biraz daha aktif kullanabilir. Türkiyede mevduat garantisi sadece mevduat sahibine güven verme amacıyla kullanılmaktadır. Halbuki bankacılık sisteminde daha kapsamlı bir düzenleme aracı olarak kullanılabilir. Son olarak da para politikası konusunda iç borç dengelerini daha da gözeterek daha etkin bazı tercihler yapabiliriz.
Bu önerilerin detayına girmek istiyorum biraz. Türkiye’de uzun yıllardır herkesin fikir birliğine vardığı bir istikrar hedefi vardır. Merkez Bankası da son bir yıldır para poitikasını enflasyon hedeflemesine göre oluşturma hazırlıklarına girişmiştir. Ama bu politika tecihimizin altında yatan bazı varsayımları sorgulamak istiyorum. Enflasyon hedeflemesine dayalı para poitikamızı dayandırdığımız modellerin alt yapısında devletin sistemdeki en büyük, hatta tek borçlu olduğu varsayımı yoktur. Enflasyon hedeflemesinin temel mantığı devletin kısa vadeli faiz piyasaını kullanarak ekonominin bütününü kontrol etme yaklaşımıdır. Türkiye’de ise devletin çok borçlu bir sisteme bakıyoruz, bu yüzden de önceliğin borç yönetimi olması gerekir.
Türkiye’de aslında makro-ekonomik göstergeler tek döngü etrafında dönüyor. Borç servisi rakamları belirsizliği artırıyor veya azaltıyor, belirsizlik kuru ve faizi etkiliyor, kur ve faiz de tekrar borç servisini etkileyerek döngüyü tamamlıyor.
Türkiye’de borç servisi tartışmalarında ana eksen iç borçların sürdürülebilirliği sorusudur. Bu 2001 krizi öncesinde böyleydi, ama bütün olumlu gelişmelere rağmen hala böyle. Türkiye’de 2001 baharında TCMB ile Hazine bir araya gelerek bir iç borç planı hazırladılar ve 2001 yılı boyunca bunu başarıyla uyguladılar. 2002’de ise programın daha ileri safhalarına geçtik. Halbuki TCMB ile Hazine’nin Türkiye’de borç servisi rakamları çok daha düşük düzeylere inene kadar borç yönetimi odaklı ortak politikalar üretmeye devam etmeleri gerekiyor.
Para politikasından bankacılık sistemine geçelim. Çu anda ülkemizde devlet garantili mevduat üzerine kurduğumuz bir sistem vardır. Ancak bu sistemin temel parametrelerini sorgulamakta yarar vardır. Elbette ki girişimciler banka kurmak ve işletmek hakkında sahiptirler. Ancak bugünkü risk ortamı ve vatandaşın tercihleri göz önüne alındığında bankacılık sistemini iki ayrı bölüme ayırmak gerekmektedir: garantili mevduat ile çalışan bir kısım ve garantisiz mevduat üzerinden çalışan bir kısım. Bunun sebebi şudur: eğer bir banka kaynaklarını tamamen devlet garantisi altında topluyorsa, devletin bu bankanın aktif yönetimini üzerinde ciddi oranda söz sahibi olması gerekir. Örneğin mevduatlarının tamamen devlet garantisi altında olan bankaların hazine bonolarını ihale ile almalarını doğru bulmuyorum. Mevduat garantisi olacaksa, buna paralel olarak bankaların açık pozisyon taşınmadığı, kredilerin belli kurallar çerçevesinde verildiği, alınan hazine kağıtlarının faiz ve vadelerinin devlet tarafından belirlendiği bir sistem düşünülmelidir.
Ancak elbette ki mevduat garantisi almak bankalar için mecburi olmamalıdır. Eğer bir banka mevduat garantisi almamayı tercih ediyorsa saydam olmak ve uluslararası sistemin ana kurallarına uymak şartoyla portföyünü istediği gibi yönetmek bu bankanın en doğal hakkıdır.
Bugünkü konuşmamda bazı olası yeni tasarımlara işaret ettim ve devletin bu konuda bazı yeni modelleri değerlendirmesi gerekliliğini söyledim. Neden? Türkiye’de son bir iki yıl içinde “piyasalara güven verme” kavramı üzerinde oldukça çok duruldu. Piyasalara güven verelim, herşey güzel olacak söylemi çok sık kullanıldı. Ancak bu yaklaşımı ciddi olarak eleştirmek durumundayım. Önce tarihten bir örnek vereyim. (Bu arada ufak bir öz eleştiri yapayım, ben de mühendis kökenli bir iktisatçıyım, ama biz mühendislerin iktisat konusunda bir zaafı vardır. İktisat tekniğini çok iyi öğrenmiş olsak da iktisat tarihi hakkında genelde eksiklerimiz vardır). 1930’da Büyük Depresyon sırasında ABD Cumhurbaşkanı Herbert Hoover isimli bir kişiydi. Bu kişi esasen çok nitelikli birisiydi. Çok fakir doğmasına rağmen sanayi ve ticaret alanında ciddi başarılar göstererek çok zengin olmuş, çeşitli sektörlerde önemli gelişmelere imza atmıştı.
1929 krizi sonrası izlediği politika ve krize müdahale şekli Türkiye’nin bugünü ile büyük benzerlik gösteriyordu. Kendisinin en meşhur sözlerinden birisi şudur: “The fundamentals of U.S economy are sound” –yani “Amerikan ekonomisinin yapısal durumu çok sağlamdır”. Bu sözleri “piyasalara güven vermek lazım” ve “kamuda gelir ve harcama disiplinini sağlarsak herşey yoluna girecek ve kriz kendiliğinden geçecektir” yorumları takip etmiştir. Başkan Hoover işte bu şekilde mali disiplin ve güven verici söylevlere dayalı bir politika izledi. Ancak sonuç sadece Amerika’nın değil dünyanın o güne kadar gördüğü en derin ekonomik kriz oldu.
Neden böyle oldu? Bir ülkede güven duygusu bir kere zarar gördükten sonra varlık piyasalarında başlayan değer düşüşünün nerede sonlanacağını öngörmek çok zordur. Zira varlık piyasaları işlem hacmi açısından mal ve hizmet piyasalarına yakın olsalar da toplam değer olarak mal ve hizmet piyasalarından çok daha büyüktürler. Bu nedenle de güven tesis edilene kadar devletin olayı seyretmek ve demeç vermektense aktif rol oynaması daha yerindedir. İşte Keynes ve takipçilerinin iki yüz yıllık kapitalist iktisat tarihine bakarak yaptıkları önemli çıkarım budur. Piyasalarda güven tesis etmek için demeçler yetmez, ciddi müdahaleler de gerekir.
Türkiye 2001’den beri ekonomi yönetimi konusunda önemli aşamalar kaydetmiştir. 1980-2000 döneminde tamamlayamadığı piyasa ekonomisine geçişi reformları konusunda bir çığır açtı. Ancak devletçi modelden serbest piyasa ekonomisine geçmeyi devletin tasarım görevinden tamamen vazgeçmesi olarak yorumlamamak gerekir. Devlet üretimden ve diğer aktif ekonomik faaliyetlerden çekilse de doğru çalışan sistemleri tasarlama ve kriz anlarında piyasalara müdahale etmek görevlerine devam etmelidir.
Tekrar belirtmek isterim ki ifade ettiğim görüşler sadece kendime ait olup çalıştığım kurumun görüşlerini yansıtmamaktadır.
Teşekkür ederim…