Türk medyasında uzun yıllardır yaşanan yıkıcı dönüşüm, zirve noktasını 2018 yılında Doğan medya grubunun hükümete yakınlığını hiçbir zaman gizlemeyen Demirören Holding’e satılmasıyla gördü. Bugün hala tartışılan bu satış, medyadaki ekonomi-politik nedenlere bağlı ve yıllara yayılan erozyonun bir sonucuydu. Medya sektöründe, daha 90’lı yıllardan başlayarak oluşan orantısız, çarpık ve sınırları belirsiz sermaye yapısından, temsil eşitliği ve ifade özgürlüğünün yok oluşuna, ve uzmanlaşmanın değersizleşmesine yol açan bir çöküşe tanık oluyoruz.
Gazeteci ve akademisyen Can Ertuna, bu çöküşe “içeriden” tanıklık edenlerden biri oldu. Kendisi yıllarca haber merkezlerinde görev yaptığı, savaş meydanlarından, çatışma noktalarından yayınlarına bağlandığı CNN Türk ve NTV’de yaşanan çoraklaşmaya bizzat tanıklık etti, medyanın geri kalanının günbegün nasıl çöktüğünü canlı olarak gözlemledi. Kendi deyimiyle “haber yapma imkanı ortadan kalktığında” da daha üretken olabileceğine inandığı akademiye geçti.
Can Ertuna ile hem cephe hatlarından üniversite kürsüsüne uzanan kendi deneyimini, hem de bu deneyimleri ışığında ana akım medyanın yaşadığı çöküşü konuştuk. Akademisyenliğin yanı sıra hala farklı mecralarda gazetecilik yapmaya ısrarla devam eden Ertuna, son on yılda ana akım medyada uzmanlığın nasıl değersizleştiğini, üretken bir rekabetten “ajans haberciliğine” dönüşen gazeteciliği, ana akım medyanın muhtemel alternatiflerini, yükselen habercilik mecralarını ve yeni medya ortamındaki prekaryalaşmayı turk-internet.com’a anlattı.
Çok genel bir soruyla başlarsak, on yıl öncesinin ve bugünün medyasına karşılaştırmalı olarak baktığınızda ne görüyorsunuz?
Bu sorunun cevabı medyadaki yapısal değişim ve dönüşümde saklı. Türkiye’de basın özgürlüğünün nefes alıp vermede ne zaman güçlük çekmeye başladığına dair herkesin bir dönemleme çabası var. Kırılma ne zaman gerçekleşti, Türk medyası ne zaman “entübe” oldu”? Bunlara dair herkesin bir dönemlemesi var. Bir görüşe göre Türkiye’deki ana akım medya zaten hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız, özgür ve sermayenin baskısından uzak bir habercilik ortamı sunmamıştır, ki bu büyük oranda doğru. Özellikle mesleği gazetecilik olmayan, farklı iş alanlarında faaliyetler gösteren patronların 1970’lerden itibaren medya kuruluşlarını satın almaya başlamasıyla yepyeni bir ekonomi-politik dengenin oturduğunu biliyoruz. Ama temel mesele bence şuydu: Türkiye’deki basın özgürlüğü dinamikleri biraz da patronların siyaset çevreleriyle bir pazarlık unsuru olarak, ellerindeki medya kuruluşlarını nasıl araçsallaştırdığı, nasıl işlevselleştirdiği üzerinden belirlendi.
Ben genç bir stajyerken ucundan yakaladım; örneğin koalisyon döneminin sonlarında ana akımda gazetecilik yapabilme olanakları, neredeyse son 18 yılda hiç olmadığı kadar fazlaydı. Gücün ve iktidarın konsolide olmadığı, tam tersine parçalı, yer yer birbiriyle çatışan, rekabet eden güç odaklarının olduğu dönemde gazetecilerin gazetecilik yapabilme alanları de facto olarak daha geniş oluyordu. AKP’nin tek başına seçimleri kazanmasından 2007 yılına kadar geçen sürede de hem mevcut sistem içerisinde yerini sağlamlaştırma hem de sistemin içerisindeki farklı güç odaklarıyla kendisini dengede tutabilme arayışının yanı sıra Türkiye’nin uluslararası ortakları ve Avrupa Birliği gibi stratejik ittifak kurduğu unsurlarla denge arayışı içerisinde olduğu dönemlerde de gazetecilik alanı bugüne göre oldukça fazlaydı. Aslında bu Türkiye’ye özgü olmayan, evrensel bir kural; güç ne kadar konsolide olursa, tek elde toplanırsa ve kurumlar bu gücün etkisi ve denetimine girerse medyadaki gazetecilik alanları da daralıyor.
Ben ana akım medyaya kadrolu olarak 2004-2005 gibi girdim. Gazetecilik yapabilme olanakları 90’lı yıllara ve öncesine göre zaten daralmıştı ama kurumlar arasında bir rekabet vardı. Çünkü kurumların sahipleri olan patronlar, iktidarla pazarlık kozu olarak gördükleri medya şirketlerinin güçlü ve pazarlık yapabilir bir seviyede olmasını, bu nedenle de çok izlenen, çok okunan ve çok tık alan medya kuruluşlarına sahip olmak amacındaydılar. Bunun için de bir rekabet ve yarışın içine girilmişti; bu durum gazetecilik yapabilme alanını bir süre daha açık tuttu.
“Roboski olayı o güne kadar gördüğüm en büyük haberden kaçınma olayıydı”
Peki ilk büyük kırılma nerede yaşandı? İzleyici ve okuyucuların çoğunluğu basın özgürlüğünün kendi haber alma haklarını kısıtlayacak ölçüde daraldığını Gezi sürecinde fark etti. Ancak Gezi’den iki yıl öncesine, 2011’e gittiğimizde önemli bir kırılma noktası daha var: Uludere-Roboski’de kaçakçılık yapan köylülerin öldürüldüğü operasyon. Olay günü haber merkezine oradan bilgiler geliyordu, her kanalın ve ajansın yerel muhabiri bir ölçüde olayı aktarıyordu. Görüntüler, fotoğraflar geliyordu. Ancak bu haber o gün ana akım medya kuruluşları tarafından oldukça geç verildi. Haber merkezlerinde bu haberi verebilmek için çeşitli mercilerin, yetkililerin onayları beklendi. O haberin anlatısının kendilerinin perspektifinden kurulması beklendi. Bu beni oldukça derinden etkilemişti. Çünkü çok büyük bir haber var, ki ne olursa olsun haberdir, ve sağlıklı bilgi elde edilene kadar bile verilmesi gereken bir olay orada duruyor. Evrensel basın ilkelerinde bunu nasıl çerçeveleyeceğiniz belli. Orada hayatını kaybeden çok sayıda insan var ve bu haberi öncelikli olarak vermek zorundasınız. Ondan sonra yürütülecek soruşturma çerçevesinde elbette daha geniş ve sağlıklı bir bağlama oturacak. Bu benim o güne kadar gördüğüm en büyük haberden kaçınma olayıydı. Bu olaydan sonra benim kafamda çok ciddi bir soru işareti oluşmuştu. Demek ki büyük bir haberden kaçınma mekanizması gelmiş, ana akım medyanın orta yerine kurulmuştu.
Sonrasında, Gezi’de de özellikle Türkiye’nin Batı illerinde ve büyük şehirlerinde yaşayan insanlar başlarını balkonlarından çıkardıkları zaman gördüklerinin, kulaklarına gelen sloganların ve o sloganları atanlara yapılan müdahalelerin ekran başına geçtiklerinde verilmediğine şahit oldular. Pek çok insan için de kırılma noktası bu oldu.
Bu dönüşümün habere nasıl yansıdığına gelecek olursak, haber yaparak ya da habercilik yaparak reyting elde etme gibi bir amaç kalmayınca rekabet de sona eriyor. Üstelik çok siyasi içerikli iç gündem maddelerinden de bahsetmiyorum. Medya patronları tarafından gazeteciliğe ayrılan kaynağı yok etme yolu seçildi. Örneğin birçok uluslararası büro kapatıldı. Birçok ana akım kuruluşun eskiden sahip olduğu o yaygın uluslararası ağlar artık yok. Ulusal bürolar, il hatta ilçe temsilciliklerindeki kimi kadrolu kimi sözleşmeli çalışan muhabirler işten çıkarıldı, sözleşmeleri feshedildi, kadrolar sınırlandı. “Haberi ajanslardan alacağız” denilen döneme geçildi. Uluslararası anlamda da ya yine ajanslardan ya da en yaygın ağa sahip olan TRT’nin haber kaynaklarından faydalanma gibi bir yol seçildi. Benim de içlerinde olduğum birçok muhabir yurt dışında önemli bir olay olduğunda oralara gidip bu olayları takip etmekle görevlendirilirdi. Çok sayıda genç muhabir, uluslararası habercilik deneyimi kazanma olanağı elde etmişti. Farklı olayları yerinde takip ederek, uluslararası gazetecilik pratiklerini ve diğer meslektaşlarının gözlemleyerek ve tabii ki farklı koşullarda sınanarak deneyim kazanma olanakları vardı. Ama bir noktadan sonra deneyimli gazetecilerin maliyetleri çok fazla gelmeye başladı. Sadece ekonomik maliyetten de bahsetmiyorum. Çünkü deneyimli gazeteciler, editörse editör masasında, muhabir ya da yapımcıysa alanda, programcıysa sunduğu program önerileriyle, basın ahlakı çerçevesinde ürünler ortaya koymaya, evrensel gazetecilik ilkelerini ortaya koymaya çalışıyordu. Bu kişiler hem ekonomik hem de politik nedenlerle sistemin dışına çıkartıldılar. Yani haberciliğin sadece ekonomik maliyeti değil, politik maliyeti de fazla gelmeye başladı. Bir anlamda deneyimli gazetecilerin haber yapma ısrarı yazı işlerinde, haber merkezlerinde “ağızların tadının kaçmasına” yol açtı. Çünkü haberi ajanstan alıp yazmak kolayken, kendi temsilcinizin yurt dışından kaynaklara bağlanması birtakım politik maliyetler de yükleyen bir durum haline gelmişti. Ekranda, sayfada iktidarın hoşuna gitmeyecek şeyler olmasın istendi. Tüm bunların sonucunda gazetecilik iyi eğitimli ve deneyimli insanların yürüttüğü ve sonucunda hayatlarını idame ettirebilecekleri bir alan olmaktan çıkıp, genç, hevesli, hayatlarını ucu ucuna idame ettirmeye razı olmuş ve kendisine söylenen haberi basit ve düzgün biçimde yazabilen bir kadroya teslim edildi. Ana akımın içerisinde hala deneyimli ve başarılı gazeteciler, umut vadeden gençler de var ama ne kadar gazetecilik yapabiliyorlar diye sorarsak, cevap “hemen hemen hiç!”
Çok yakın zamana kadar rutinin dışında yapılabilecek haberler, şu konularla sınırlandırılmıştı: Çevre, kadın ve çocuğa karşı şiddet, hayvan hakları vs. Ama artık her alan politikleşmiş durumda. Mesela bugünlerde İstanbul Sözleşmesi’ni konuşuyoruz; kadına şiddet ve bu konuda alınabilecek önlemler konusu çok politize olmuş bir durumda. İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına karşı eylem yapan kadınların gözaltına alınması başlı başına politik bir krizin işareti. Yine çevre dediğimiz zaman, çevre sorunlarının büyük bir kısmının siyasi güç ilişkilerinin ve siyasi sorunların yansıması olduğunu görüyoruz. Çocuk haberlerine bakarsak, Rabia Naz haberleri, Aladağ yurt yangını ve Ensar skandalı haberleri… Hepsi de politik meselelerle bağı olan konular. Dolayısıyla kalan bu birkaç alt alan da artık politize oldu.
Bu şartlar ana akımın dışına itilen, ya da dışına çıkmayı tercih ederek de bağımsız medya kuruluşlarına yönelen birçok gazeteci var ve bunların çalışabildiği çok sayıda kurum da var. Türkiye’deki bağımsız medya mecraları, Türkiye’deki muhalif medya mecraları, uluslararası kuruluşların Türkçe servisleri gibi üç tane ana grup söz konusu. Fakat çalışma koşulları, güvenceli çalışma şartları, düzenli gelir sağlayıp sağlamaması ve hepsinden önemlisi ne kadar kapsayıcı oldukları büyük bir soru işareti.
Türk medyası, 90’lı yıllarda da şimdi de hep global gelişmelerden kopuk olmakla eleştirildi. Fakat son on yılda durum çok daha vahim bir hal aldı. Dış politika haberciliğindeki bu erozyonu neye bağlıyorsunuz? Yoksa Türk kamuoyu artık dış haberle ilgilenmiyor mu?
Dış haber, Türk medyasında çoğunlukla hor görülen bir alan olmuştur. Hep “insanlar fazla merak etmiyor” denir. Biraz da kurumun prestij sayfası gibidir. Türkiye’deki okuyucu/izleyicinin büyük bir kesimine hitap etmediği, ancak o konuda haber almak, bilgilenmek isteyen göreli olarak sınırlı bir kesimin ihtiyacını karşılamak için sürdürülür.
Bu durumda medya ve siyasetin bu kadar iç içe geçmesinin de bir etkisi yok mu? Yani sorunun biraz da politik bir sorun olduğunu düşünür müsünüz?
Bu başından beri böyleydi. Medya ve siyaset sadece Türkiye’de değil dünyada da iç içedir. Ama son yıllarda yaşanan durumu, iktidardaki güç konsolidasyonu ve gazetecilik alanının sürekli daralması ve dolayısıyla pazarlık seçeneklerinin ortadan kalkmasıyla birlikte rekabetin de yok olması olarak özetleyebiliriz.
2015 yılında verdiğiniz bir röportajda, gittiğiniz bölgelerde Türk medyasında gösterilenden çok farklı manzaralarla karşılaştığınızı söylemişsiniz. Dış politika gazeteciliğinin erimesindeki etkenlerden biri de bu olabilir mi? Yani medyanın iç kamuoyuna dönük bir propaganda aracına dönüşmesi sonucu, Türk medyası ve dış basındaki temsiller arasındaki makasın iyice açılması. Dış politika haberciliğindeki yozlaşmanın nedeni olamaz mı bu durum?
Dış politika haberciliği birçok muhabir için uzun bir süre soluk alıp verme noktasıydı, çünkü üzerindeki müdahalenin ve “habere karışmanın” en az olduğu alandı. Ne zaman Türkiye’nin dış politikada proaktif tutumu perçinlendi, uluslararası askeri operasyonları hız kazandı ve bu tavır iç siyasette söylem ve gündem belirleyici bir araç olarak kullanılmaya başlandı, o noktada dış haberciliğin alanı da elbette daraldı. Hem diplomasi haberciliğinin hem de savaş ve çatışma bölgelerinde yapılan takibin de ifade ve rahatlık alanı oldukça daralmış hale geldi.
“Dışarıda olan her şey iç siyaseti tanımlamak, sınırlarını çizmek ve dizayn etmek için kullanılmaya başlandı”
Ben bunu Türkiye’nin uluslararası çatışmalarda net bir biçimde taraf olmasıyla birlikte hissetmeye başladım. Tam da bu noktada ifade ve söz söyleme alanında bir daralma yaşandı. Normalde başka coğrafyalardaki gelişmeleri nesnel bir biçimde aktarmak sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde gazeteciler için daha kolaydır. Fakat “iç” ve “dış” birbirine girdi, çünkü dışarıda olan her şey iç siyaseti tanımlamak, sınırlarını çizmek ve dizayn etmek için kullanılmaya başlandı. Ya da tam tersine içerideki söylemler dış politikayı yeniden çerçevelemek, ambalajlamak ve sunmak için kullanıldı. Böylece diplomasi haberciliği de çatışma bölgelerinde sürdürülen habercilik de bu süreçten yoğun bir biçimde etkilendi.
Gazeteci olarak tanıklık ettiğiniz medya ile iletişim akademisyeni olarak gördüğünüz medya arasında ne gibi farklar var?
Ben sosyoloji mezunuyum ve medya sosyolojisi gibi dersleri daha o dönemde almıştım. Zaten medya endüstrisine karşı eleştirel bir bakışa kısmen sahiptim. Elbette bugünkü kuramsal yetkinlikte olmasa da bunu hep haberciliğime de yansıtmaya çalıştım. İçinde olduğum sistemi de anlamaya, anlamlandırmaya ve değerlendirmeye çalışırken de bu eleştirel bakış açısını taşıyordum. Zaten sonunda ana akım medyadan istifam da bu yüzden ve varılan bu durumdan oldu. Hatta bir buçuk iki yıla yayılan uzatmalı bir süreç oldu.
İlk istifaların 2011 yılında Banu Güven’le başladığını düşünürsek aslında iyi de dayandınız.
Evet, bu durumdan benim avantajım da şu oldu: 2010-2011 yıllarından itibaren Arap isyanları süreci başladı. Ben ilk isyanın çıktığı Tunus’ta görevlendirilince ve bir şekilde sağ salim ve tabii ki izlenebilir haber paketleriyle de dönünce müdürler sonraki duraklara benim gitmemi istedi. 2010’dan 2013’e kadar geçen süreçte ve hatta sonrasında Suriye sınırındaki haber takibini de dahil edersek yaklaşık üç dört yıl ağırlıklı olarak dış gündem takip ettim. Bu durum benim medyadaki ömrümü de uzattı, yani dışarıya bakmak ve dışarıdaki olayları aktarmanın sağladığı gazetecilik alanının, içerideki rutin haber takibine göre daha fazla olması. Dolayısıyla medyaya karşı yaşadığım yabancılaşma dış haber takibi yaparken daha düşük kaldı ve bu da medyadaki ömrümü uzattı. Ne zaman ki kaynaklar da iyice kısılmaya başlandı ve savaş ve çatışma haberciliği de iç gündemin bir uzantısı olarak oldukça dar bir çerçeve içinde sunulması öngörülen bir alan olarak görülmeye başlandı, benim için de ana akım medyada habercilik yapmak olanakları oldukça daraldı.
Mesela yıllarca çalıştığınız ve bir savaş muhabiri olarak sanırım ortalamanın çok üzerinde bir emek verdiğiniz CNN Türk ve NTV’ye bugün bakınca ne görüyorsunuz?
Ben hiçbir zaman kuruma emek veriyorum diye düşünmedim. O kurumlar aracıdır. Benim muhatap aldığım kesim izleyiciydi. Klişe bir tanım olacak ama bir kamu görevidir gazetecilik. Kamuoyunu aydınlatabilme görevidir. Kurumdan alınan alkıştan elbette herkesin gururu okşanır, elbette bu herkesin hoşuna gider. Ben her zaman anlattığım hikayeyi ne kadar iyi anlatabildiğim ve sokaktaki insanların gündemine getirebildiğim üzerinden bir değerlendirme yaptım. Fakat ne zaman ki kamuoyunu aydınlatma ve bilgilendirme noktasında yeterli olamadığımı hissetmeye başladım, ondan sonra benim için yavaş yavaş bir ayrılık süreci ve çıkış stratejisi arayışı başlamıştı. Maalesef yıllara yayıldı bu süreç. Ama ben bunu kurumdaki yöneticim için yapmıyordum, ben bunu o kameranın arkasında olduğunu varsaydığım, hiç tanımadığım suretler için yapıyordum. Dolayısıyla bir kalp kırıklığı ya da hakkımın yenmiş olması gibi bir şey söz konusu değil, tam tersine bir zamanlar beni çok uzak coğrafyalara taşıyan bir aracıydı, çok uzak coğrafyalarda çok sıra dışı olayları görmemi sağlayan bir yapıydı ve o coğrafyalardaki hikayeleri insanlara aktarma olanağını sağlayan bir aygıttı. Hep böyle algıladım kurumları.
Peki bu kanalların yayın politikaları anlamında nasıl bir değişim var? Özellikle son birkaç yılda.
Size çok istisnai birkaç durum sayabilirim; bunların büyük çoğunluğu sel, yangın, deprem gibi doğal felaketler, kimi zaman büyük iş kazaları ya da büyük iş cinayetleri… Bunlar gibi ani haber almayı gerektiren son dakika gelişmeler dışında ana akımda evrensel gazetecilik ilkeleri dahilinde iyi bir habercilik yapılabildiğini söylemek uzun bir süredir mümkün değil. Kaldı ki saydığım bu son dakika haberlerinin de kimi zaman politik nedenlerle kimi zamansa gazetecilik refleksinin ortadan kalkmış olması nedeniyle kamuoyunun sağlıklı bilgilendirilmesi için oturtulması gereken bağlama çoğunlukla oturtulmadığını görüyoruz.
“Ana akım medya merkezden verilen haberin yaygınlaştırılması rolünü oynuyor”
Hep Türk medyasındaki uzmanlaşma eksikliğini eleştiriyorsunuz. Bu uzmanlaşmaya kaynak ayrılmaması, ana akımdaki haberciliğin itibar ve inandırıcılığının dibe vurmuş olmasından kaynaklanıyor olabilir mi?
Örneğin, uluslararası ilişkiler alanında düşünelim. Ya da yargı, adliye, emniyet muhabirleri. Uzman muhabire ya da gazeteciye neden ihtiyaç duyarsınız? Haber sızdıracak, çeşitli kaynaklardan haber derleyecek, yine çeşitli kaynaklardan yayınlanmamış, özel haberler üretecek. Fakat ana akım medya tam tersine merkezden verilen haberin yaygınlaştırılması rolünü oynuyor. Yani basın bülteni ve basın toplantısı haberciliği. Kısaca biz buna “dedi, söyledi, bildirdi, iddia edildi haberciliği” diyoruz. Ağırlıklı olarak iki nokta üst üste ve tırnak içinde yazılan beyanlardan oluşan bir “beyan haberciliği”. Bu aşamada uzmanlaşmış bir muhabire ya da uzmanlaşmış bir gazeteciye neden ihtiyaç duyarsınız? Kullanılmıyor zaten. Uzmanlaşmış isimlerin uzun süreye yayılmış bir medyadan tasfiye süreci söz konusu oldu. Artık her alan politize olduğundan ve özgür gazetecilik yapma alanları çok daraldığından özel haber yapamazsınız. Dolayısıyla uzmanlaşmış gazeteciye de neden ihtiyacınız olsun ki?
“Uzun zamandan sonra ilk kez sağlık muhabirliğinin uzmanlaşma gerektiren bir alan olduğu hatırlandı”
Fakat son dönemde sağlık gazeteciliğiyle ilgili ilginç bir gelişme yaşandı. Son dönemde ana akımdaki birçok medya kurumu uzmanlaşmış sağlık muhabirlerine ihtiyaç duyduklarını fark etti. Ben bu son dönemi iki ayırıyorum: Birincisi, henüz Türkiye’de Covid-19 vakasının görülmediği ve küresel pandemi tehdidinin Türkiye’yi kuşattığı, reyting almaya ve tık almaya yönelik şov ve gösteri amaçlı haberlerin yapıldığı dönem. Kelle paça çorbası önerenlerden tutun da Türk geni açıklamalarına ya da kadın programlarındaki yün maske haberlerinin yapıldığı dönem bu. İkinci dönem ise işin ciddiye binmesi ve ana akım medya kuruluşlarının bir pozisyon almak zorunda hissettiği dönem. Bu noktadan sonra yegane ve en önemli kaynak Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu haline geldi. Böylece haber kaynakları çok geniş ve sorunlu bir alandan çok dar bir alana kanalize oldu. Ama en azından birtakım haberlerin ekrana, sayfaya ya da web sayfasına yansıtılmasa da doğrulatılması gerekiyor. Bu noktada da telefon defteri kalın muhabirlere gerek var. Buna hem sansasyon peşinde koşan kişilerin ekranlara, sayfalara sızmasını engellemek için hem de yayınlanamasa da birtakım bilgilerin doğrulanması ve gerektiğinde hızlıca yayına alınabilmesi için gerek duyuyorlar. Böylece uzun zamandan sonra ilk kez sağlık muhabirliğinin uzmanlaşma gerektiren bir alan olduğu hatırlandı. Uzun zamandan beri, bir kenarda özelleşmiş sağlık sisteminin ve özel hastanelerin tanıtım ya da halkla ilişkiler kampanyasını sürdürmekle karşı karşıya kalmış olan sağlık muhabirleri bir anda sağlık haberciliği için cepheye sürüldü. Dediğim gibi; bu çok istisnai bir durum ve yine de bazı sayılı örnekler dışında saygın uluslararası kuruluşların yaptığı kaliteden çok uzak bir habercilikti.
Bu istisnai durum dışında, uzmanlaşmış polis, adliye gibi alan muhabirleri büyük ölçüde tasfiye edildi çünkü artık kendilerine ihtiyaç duyulmuyor. Çünkü artık haberler tek merkezden veriliyor ve ana akım medyanın misyonu da bu haberleri yaygınlaştırmak. Uzmanlaşmış diplomasi muhabirleri hala var. Ancak ne o ilişkiler ağını kullanabiliyorlar, ne de kendilerine verilen off the record bilgileri olması gerektiği gibi araştırıp haberleştirebiliyorlar.
Bu trend uzmanlaşmanın ortadan kalkmasından sonra yavaş yavaş haberin de ortadan kalkışına doğru gidiyor sanki!
Şunu hem ulusal, hem de uluslararası çapta araştırmalar da ortaya koyuyor ki, pandemi döneminde haber takibi sadece Türkiye’de değil küresel çapta da yeniden arttı. İnsanlar yeniden en azından bir süreliğine haber takip etmeye başladılar. Sonuçta herkesin varlık-yokluğunu belirleyen çok önemli bir sağlık süreci yaşanıyor. Bu gibi durumlar ileride de yaşanacağı için haberin tamamen ortadan kalkacağını zannetmiyorum.
“Sosyal medyada takip edilen de yine geleneksel medyanın uzantıları ve sosyal medya hesapları”
Bir de şu var: Haberle eğlencenin iç içe geçmeye başladığı yeni bir çağa giriyoruz. Ben Z kuşağı kavramını kullanmayı çok sevmiyorum çünkü sınıfsal ve toplumsal farklılıkların o kuşak tanımlarını ortadan böldüğünü ve parçalara ayırdığını düşünüyorum. Ama genç kuşakta, özellikle öğrencilerimde gözlemlediğim bir şey var: Haberi Instagram’dan takip ediyorlar. Arama motoru olarak da çoğunlukla Youtube’u kullanıyorlar. Dolayısıyla Türkiye’de sosyal medya kullanımı üzerinde çok duruluyor ama sosyal medyada takip edilenin de yine geleneksel medyanın uzantıları ve sosyal medya hesapları olduğunu da görüyoruz. Diğer yandan eğlenceyle iç içe geçmiş, daha kolay tüketilebilir hesaplar üzerinden bir haber tüketimi de söz konusu. Haber yok olmadı, yok olmayacak, ancak bu eğlence endüstrisiyle rekabet etme baskısı, haberciliğin üzerindeki bu baskı her geçen gün artıyor gibi gözüküyor. Uluslararası medya kuruluşları da kendilerini bu sosyal medya mecralarında nasıl var edebilecekleri düşünüyor ve bu konuda stratejiler geliştiriyorlar. Mesela çok somut bir şey söylemem gerekirse; bizim sektöre başladığımızda öğrendiğimiz televizyonculuk ilkeleriyle bir video hazırlayıp Youtube’a koyarsanız o video izlenmez, izlenmiyor. Bu, “Youtube koyduğunuz videolarda haber yapmayın, insanlar sıkılır” demek değil, ama herkesin bir arayışı var. Haberden vazgeçmeden nasıl kolay tüketilir eğlencenin baskın hale geldiği bir ortamda kendimizi var edebiliriz sorunu düşünmek gerekiyor.
Bunlara rağmen ben haber ihtiyacının ortadan kalkacağını ya da hissedilmez hale geleceğini düşünmüyorum. Sadece yeni mecralarda, yeni tekniklerle ve biçimlerde haber üretme arayışlarının süreceğini düşünüyorum. Örneğin son 5 aydır yaşadığımız süreç haberlerin dönemsel olarak ne kadar önemli hale geldiğini ortaya koyuyor. Kimi zaman bir sağlık krizi, kimi zaman da ekonomik, güvenlik krizi ya da uluslararası bir kriz olabilir ama her durumda ama hangisi olursa olsun, dünyanın bu kesiminde krizlerin bitmediğini düşünecek olursak habercilik için hala verimli bir arazinin olduğunu söyleyebiliriz.
“Ana akım deyince sadece nüfusun büyük bir kesimine erişimden bahsetmiyoruz, aynı zamanda kapsadığı geniş nüfustaki farklı görüşlere, haber beklentilerine ve perspektiflere uygun yayın yapmaktan bahsediyoruz” diyorsunuz. Ana akım kavramının çoğunlukla göz ardı edilen bir yönüne dikkat çekmişsiniz. Ben bu kavramın değişen medya ortamında tekrar tekrar tartışılmasını önemsiyorum. Sizce internet yayıncılığı çağında nedir ana akım? Eski ana akımın içinde yer almış biri olarak sizce yeni ana akımı nerede aramalıyız? Ya da böyle bir şey hala var mı?
Bu tanımı biraz daha deşelim. Ana akım medya denince “bir milyon izleniyor”, “üç yüz bin tirajı var” gibi laflar söyleniyor, fakat mesele bu değil. Tabii ki ne Türkiye’de ne de dünyada toplumdaki tüm görüşleri kapsayan bir medya yapısından bahsetmek mümkün. Ancak medyayı merkezde konumlandırırsanız ana akımın solda ve sağda geniş kesimlere hitap eden seviyede habercilik yapması, yorum içermesi beklenebilir.
Alternatif mecralarda yayın yapan kuruluşlara baktığımızda çeşitli niyetler ve imkansızlıklardan ana akım olamadıklarını görüyoruz. İnternet üzerinden yayın yaparak ve toplumdaki farklı ses ve görüşlerini aktararak ana akım olma niyetini taşıyan mecralar tabii ki var. Ama orada da karşımıza çıkan sorun bu mecraların yaygın olmamaları. Yani ana akım olmanın bir boyutu farklı görüşlere yer vermek iken diğer boyutu da bu farklı görüşleri mümkün mertebe toplumun geniş kesimlerine aktarmak. Dolayısıyla yankı odalarına hapsedildiğimiz bu dönemde şimdi aksayan taraf da bu.
“Sizi alternatif mecra olarak damgalayan kesimler yayınınıza katılmıyor, görüş vermiyor”
Mesela Medyascope’ta yapılmaya çalışılanlardan biri bu, farklı konulara farklı zaviyelerden bakan insanlara ve hatta farklı ilgi alanlarına mümkün olduğunca ses verebilmek. Fakat bu yayınlar ne kadar yaygın, toplumun farklı kesimleriyle ne kadar kucaklaşabiliyor sorusunu sorduğumuzda, yaygınlık sorununu açıkça görebiliyoruz. Alternatif mecralarda yayın yaparak ana akım olmaya çalışan yayıncıların yaşadığı bir başka sorun da şu: Sizi alternatif mecra olarak damgalayan kesimler sizin yayınınıza katılmıyor, görüş vermiyor. Mesela istediğiniz zaman iktidar temsilcileriyle görüşemiyorsunuz çünkü onlar da sizin yayınınıza çıkmak, orada görünmek ve demeç vermek istemiyor. Bu konuda birçok kısıt söz konusu. Dolayısıyla niyetiniz aslında daha geniş bir kesimin sözünü, sesini ekrana, sayfanıza taşımak olsa da bu engellenmiş oluyor.
İnternette yapılan yayınlarda ses ve söz alanını genişletebiliyorsunuz ama izleyici alanınız dar kalıyor. Daha da genişletmek isterseniz bu sefer size uygulanan adı konmamış bir engellemeyle karşılaşıyorsunuz ve bir noktadan sonra iktidar tarafından marjinalize ediliyorsunuz. Bu tür haber kuruluşlarının yönetici ya da çalışanlarıyla konuştuğunuzda size şunu diyeceklerdir: “Biz o tarafa da yer vermek istiyoruz ama görüş vermiyorlar”, “biz o kesimin de görüşünü yansıtmak istiyoruz ama programımıza katılmıyorlar” Bu tarz şikayetleri sıkça duyarsınız.
90’lı yıllardaki hem Erbakan’ın hem Doğu Perinçek’in çıktığı, Tansu Çiller ile Mesut Yılmaz’ın aynı programa katıldığı, birbirine zıt görüşlerdeki siyasetçilerin aynı gazeteye röportaj verdiği medyayı özledik galiba…
O görüntüler şimdi insanları şaşırtarak reyting almak için arşivlerden çıkarılıp Youtube’da yayınlanan nostaljik görüntüler haline geldi. Sadece siyasi açık oturumlar değil, Türkiye’deki en uzun soluklu siyasi tartışma programlarından biri olan ve saatlere yayılan Siyaset Meydanı var. Oradaki görüş çeşitliliği ve farklı görüşleri aynı programda seslerini duyurabilme olanaklarından da çok uzaktayız. Sadece liderler bazında değil, o kamusal çeşitliliğin iki boyutlu ekrandaki yansımasında da çok gerideyiz. Medyadaki kamusallığın da büyük bir dönüşümü söz konusu.
Zaten ana akım kavramı da sanırım o kamusal alanın yapısından çok da bağımsız bir şey değil.
Elbette değil…
Biraz da sizin uzmanlık ya da uzmanlaşma alanınız olan çatışma haberciliğinden bahsetmek istiyorum. “Savaş haberciliği barışa kapı aralayabilir” diyorsunuz. Savaş gazetecisi barışa nasıl hizmet eder? Ya da soruyu biraz daha genişletelim: İzleyici veya kamuoyu neden hiç tanımadığı, bilmediği bir coğrafyanın savaş alanlarından enformasyona ihtiyaç duyar?
Susan Sontag’ın sorduğu şekliyle “insanlar neden başkalarının acısına bakmaya ihtiyaç duyar?” Her şeyden önce tüm halklar kendi insanlarının nerede ne yaptığını bilmeye çalışıyor. Bu anlamda bir taraf olma hali elbette var. İkinci nokta, görsel kültürün enformasyon aktarımında egemen hale gelmesiyle birlikte çok güçlü öykü anlatıcılığına olanak tanıdığı için, medya sahiplerinin yaşanan bu büyük dramları görüntü ya da fotoğraflarla izleyiciye aktarma ihtiyacı söz konusu. Dolayısıyla uzak coğrafyalarda yaşanan o büyük kırılmalar, büyük travmalar sonuçta insanın psikolojisini etkilemeye ve ilgisi çekmeye muktedir olaylar. Bir noktadan sonra yaşanan yabancılaşma, başkalarının acılarına kayıtsız kalma ve şiddet pornografisinin insanları hissizleştirmesi de yoğun olarak tartışılan ve üzerinde çalışmalar yürütülen bir konu.
“Barışa kapı aralama” konusuna gelelim. Barış gazeteciliğini kavramsallaştıran ve kuramsal hale getiren isimlerden biri olan Norveçli akademisyen Johan Galtung, gazeteciliği ikiye ayırır. Barış odaklı gazetecilik ve savaş/şiddet odaklı gazetecilik. Barış odaklı gazeteciliğin altına çok temel bazı unsurlar sıralar. Mesela çatışmanın oluşumunu araştırmak gerekir, temel sebeplerini araştırmak gerekir. Burada kazan-kaybet yaklaşımından ziyade kazan-kazan yaklaşımı egemendir ve bu insanlık namına, insani değerler çerçevesinde yapılır. Olayların iç yüzünü, devletleri ya da toplumları o savaşa sürükleyen süreçlerin şeffaflaştırılmasını, içeriden bilgi aktarılmasını öngörür. Dilde de “biz-onlar”, “kahraman askerlerimiz”, “düşman kuvvetleri” gibi ayrıştırıcı bir söylemin kullanılmamasını öngörür. Askeri teknoloji ve silah fetişizminden uzak durulmasını öngörür. Bunu bir galibiyet ya da zafer süreci olarak değil, her çatışmanın çözümlenmesi gereken bir sorun olarak anlaşılması gerektiğini öngörür. Çatışmanın sona erdirilmesine dair bir çözüm aranmasını öngörür. Çatışmanın tüm taraflarının insancıllaştırılmasını, sonuçta o çatışmadan zarar gören herkesin insan olduğunu vurgulamayı öngörür. Bunlar hem dünyadaki hem de ulusal düzeydeki çatışmaların gazeteciliğe yansıması akla getirildiğinde ütopik görünebilir. Ülkeniz ya da devletiniz bir çatışmanın tarafı durumundayken bunları birebir hayata geçirmek, gazetecinin üzerindeki ekonomik baskı, güvenlik baskısı, psikolojik baskı ve toplum baskısı nedeniyle yüzde yüz mümkün olmayabilir. Fakat bunları olayın sıcaklığında alanda tam anlamıyla hayata geçirememek, tam tersi olan çatışma ve savaş odaklı gazetecilik yapmanız gerektiği anlamına gelmiyor!
Maalesef Türkiye ölçeğinde savaş ve çatışma odaklı haberciliğin norm haline geldiğini gözlemliyoruz. Bundan çıkış için atılabilecek en olumlu adım ne olursa olsun insan öykülerine odaklanmak. Çünkü her çatışma, kimi zaman o çatışmanın içinde ve çeperinde ve komşusu olan alanlarda büyük dramlar ve sorunlu, sancılı insan öyküleri üretiyor. Bunları aktarabilmek, o haberleri takip eden izleyici/okuyucu nezdinde de çatışmanın en insancıl şekilde ve barışla sonuçlandırılması için gerekli güdüyü harekete geçirecektir diye düşünüyorum. Dolayısıyla yapmaya çalıştığımız da aslında bu. İliştirilmiş gazeteci olarak o bölgelere gidilmiş olsa bile taraflardan herhangi birinin borazanlığına soyunmamak.
Siz Mısır’da, Suriye’de, Uygur Özerk Bölgesi’nde, Libya’da, Irak’tan haber geçtiniz. O yıllarda bu bölgelerdeki çatışmalar bizim için “dünya haberleri” idi. Şimdi her biri Türkiye’nin oldukça angaje ve taraf durumunda olduğu çatışma bölgelerine dönüştü. Çatışma haberciliği bu durumdan nasıl etkilendi ve etkileniyor?
O en zor haberciliğe dönüşebiliyor bir anda. Zaten artık çatışmaların doğası da değişti. Mesele sadece Türkiye’nin angaje olup olmaması da değil. Örneğin Suriye’ye gidip çatışma izlemek birçok gazeteci için mümkün değildi ve olmazdı. Birçok batılı gazeteci kaçırıldı, akıbetleri bile belli olmayan meslektaşlarımız oldu. Dünyanın dört bir yanında konvansiyonel olmayan çatışmaların sayısı arttı ve o çatışmalara gidip orada olanları takip edebilmek eskisi kadar kolay değil. Ben dünyanın pek çok noktasında kimi zaman düşük yoğunluklu çatışma, kimi zaman isyanlar ve halk hareketleri, kimi zamanda sıcak savaşlar takip ettim. Ancak hiçbir yerde Suriye’de 2012 yılında yaşadığım kadar güvensiz bir ortamın içine düşmemiştim. Bundan sonrası da oldukça zorlaştı. Siz isteseniz dahi oraya gitmeniz ve sağlıklı çalışabilmeniz, habercilik yapabilmeniz mümkün olmuyor. Bu yüzden gazeteler, internet siteleri ve haber merkezleri de farklı bir habercilik türüne geçiyor. Alandan aldıkları haberleri doğrulatarak dışarıdan yazıyorlar. İstisnai durumlarda da özel önlemler alarak ve çok kısa süreliğine muhabir ya da haber ekipleri görevlendiriyorlar.
Ayrıca çatışmaya angaje olununca iliştirilmiş habercilik turları düzenlenir hale geliyor. Yani siz bölgeye sadece belirli bir silahlı kuvvetle birlikte girebiliyorsunuz. Aslında bu iliştirilmiş haberciliğin doğasında var. “Beni buraya kadar getirdiğiniz için teşekkür ederim, ben şimdi cephe hattının karşısına geçeyim, oradakilerin hikayesini anlatayım” demeniz mümkün değil! O cephe hattının karşısına geçmek istediğinizde oradakilerin sizi hiç hoş karşılamayacağı aşikar. Bu durumda göreli tarafsızlığınızı zaten sağlayamazsınız. Ama tarafsız olma ve cephenin farklı taraflarından haber aktarma sorumluluğu sahadaki muhabirin omuzlarında olmuyor her zaman. Haber merkezinin veya yazı işlerinin o haber aktarımını dengelemek gibi bir sorumluluğu söz konusu. Örneğin bir muhabiri cephenin bir tarafında görevlendirirken diğerini farklı bir noktada görevlendirmek ya da farklı zamanlarda farklı taraflarda çalışabilecek haber ekipleri oluşturmak şeklinde. Ama angaje olunan çatışmalarda zaten tarafsız habercilik yapmak gibi bir amaç da güdülmüyor. İliştirilmiş haber “gezileri” dışında, alışageldiğimiz evrensel haber ilkeleri çerçevesinde bir çatışma haberciliği yok, bu alan oldukça daralmış durumda.
Türkiye özellikle 90’lı yıllardan başlayarak çok başarılı çatışma gazetecileri çıkardı. Mesela ilk aklıma gelenler, bu alanın efsane ismi Şerif Turgut, tek başına bir ekol olan Coşkun Aral, keza Nevin Sungur… Daha yakın tarihlerde de siz, hala Suriye’den başarılı çalışmalar yapan Hediye Levent ve başkaları var. Bugün bu alanda yeni isimlerin yetişmesi ve olanak bulabilmesine müsait bir medya düzeni kaldı mı?
Kadri Gürsel’in çok yerinde bir saptaması vardı, çok da tartışma doğurdu. Ana akım medyanın nasıl bir okul olduğuna değiniyordu. Gazetecilik usta-çırak ilişkisiyle öğrenilir. İletişim fakültesinde eğitim alan biri en yüksek notlarla da mezun olsa dışarıya adım attığında çok yetersiz bir gazetecidir. Bu iş sonuçta farklı gazetecilik ekollerinden beslenen kuşaklar arası bir kültür transferi. Deneyimli isimlerin haber merkezlerinden, televizyonlardan, gazetelerden internet mecralarından dışlanmasıyla, on yıllar öncesine dayanan ve usta-çırak ilişkisiyle alt kuşaklara aktarılan bir kültürün de ortadan kalkması söz konusu. Bu zincir kırılmış durumda. Yarın sihirli bir değnek değse ve “arkadaşlar üzerinizdeki tüm politik, ekonomik baskıyı kaldırıyoruz, buyurun istediğiniz gibi haber yapın” denilse de sistemin içinde sağlıklı ve gerçekten kamuoyunda fark yaratabilecek haber yapabilme niteliğine sahip çok az gazeteci kalmış durumda. Soruda bahsettiğiniz isimler veya onlarla kamera arkasında görev yapan deneyimli isimlerle teması kalmamış çok geniş bir genç gazeteci kitlesi var. Maalesef bu kültür akışı ortadan kalkmış durumda.
“Bu ülkede habercilik yaşıyor”
Elbette alternatif medyada çok iyi gazeteciler var. Hiçbir zaman “habercilik tümüyle öldü” şeklinde bakmamak lazım. Bu salt kötümser bir yorum olmaz, indirgeyici de bir yorum olur. Hakikaten bu ülkede habercilik yaşıyor. Belki farklı mecralarda, belki fazla kapsayıcı değil, belki çok geniş kitlelerle buluşamıyor, belki belli yankı odalarının içerisine hapsolmuş durumda ama çok iyi gazeteciliğin yapıldığı mecralar var ve farklı yaş gruplarından çok iyi gazeteciler var. Hala çok deneyimli isimler gazetecilik yapmaya çalışıyor; çok genç ve çok iyi yetişen isimler de var. Ama temel sorun şurada: Ana akım medya belirli uzmanlık alanlarında öyle kaynaklar sunardı ki, bir gazetecinin uluslararası habercilik platformlarında, farklı coğrafyalarda kendisini ve gazeteciliğini geliştirme, haberciliğini yetkinleştirme olanağı vardı. Alternatif mecralarda da kaynak sıkıntısı nedeniyle bu olanakların sağlanması ortadan kalkmış durumda. Yani iyi gazeteciler kaynaklara sahip değil, görece kaynağa sahip olan yerlerde de maalesef gazetecilik alanları çok sınırlanmış isimler görev yapıyor. İkisi bir araya gelmiyor. Dolayısıyla on yıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan bir gazetecilik kültürünün devam ettirilmesinde bir sorun ortaya çıkıyor. Diğer yandan gazetecilerin kendilerini geliştirmesi için gerekli kaynaklar ve platformlar da maalesef sağlanamıyor.
Alternatif mecralarda bu kaynakları yaratacak ve sürdürecek bir modelin yaratılması en azından şimdilik çok zor görünüyor değil mi?
Farklı modeller var tabii, ama hepsi çok sorgulanır modeller. Etik açıdan da çok sorunlu modeller. Mesela bir Vice News örneği var. Size asla unutamayacağım ve Vice News’u özetleyen bir anımı anlatayım: 2014 yılında Gazze’de yine bir İsrail operasyonu var ve şehir yoğun bombardıman altında. Günlerce Kudüs’te bekledikten sonra bir ateşkeş aralığı oluştu ve sonunda Gazze’ye geçiyoruz. Erez sınır kapısı o birkaç saatlik ateşkeşte gazeteciler için açıldı ve oradan geçtik. Gazze’ye doğru araçla giderken yol kenarında otostop çeken batılı bir genç gördük. Ateşkesin son dakikaları ve birazdan bombalar yağmaya başlayacak. O yüzden Gazze’ye ulaştırmak üzere çocuğu aldık. Yolda konuşurken hangi kuruluşa çalıştığını sorduk. Bize “henüz belli değil ama iyi işler çekebilirsem bunu Vice’a falan satabilirim” şeklinde cevap verdi. Yani çocuğun bir kurumu yoktu. Üzerinde emaneten alınmış bir çelik yelek ve kaskla video habercilik yapmaya çalışıyordu. Vice News kimi zaman görevlendirerek ama çokça da alandan haber yapanlardan satın alarak böyle bir medya modeli kurdu. Ama bu ne kadar etik bir medya modeli ondan emin değilim. O çocuğun başına orada bir şey gelirse ne olacak? Mesela vurulursa, yaralanırsa hastaneye ulaşmasından kim sorumlu olacak, gözaltına alınır ya da tutuklanırsa kim peşine düşüp yetkililerle pazarlık yürütecek ya da ölürse cenazesini kim kaldıracak? Aslında savaş ve çatışma ortamlarındaki freelancer denen serbest çalışanlarda, güvencesiz çalışmanın en vahşi koşullarından birini görüyorsunuz. Bir başka yöntem de kurumun kendi personelini göndermeyip, yerel gazetecilerle çalışmak. Ancak onlar da kendi personelinin aldığı maaşa, iş güvencesine, sağlık güvencesine sahip değil ve daha kolay gözden çıkarılabilir kişiler olarak görülüyor.
Yani birtakım modeller kuruluyor ama bence bu modeller gazetecilikte olmaması gereken, uzak durulması gereken modeller. Bunları vahşi prekaryalaşmanın izdüşümü olarak nitelendirebiliriz. Bunların önerilmesi de söz konusu olamaz. İşte bu model arayışlarına baktığımızda da en sağlıklı haber üretme sürecinin yine güvenceli çalışanların gerekli eğitimler ve teçhizatla donatıldığı, gerekli güvenlik önlemleri alındıktan sonra bölgeye gönderildiği bir model. Bunu sağlayabilecek olan da hem Türkiye ölçeğinde hem de dünyada gerekli kaynaklara sahip olan ana akım medya oluyor genelde. Tabii ana akım medya kuruluşlarının artık öyle bir niyeti var mı diye baktığımızda pek olmadığını görüyoruz.
Tabii bununla birlikte ana akımın sermaye yapısına yönelik de bir çözüm üretmek gerekiyor. Türkiye’de ana akımın iflasını ortaya koyan bir süreç söz konusu. Asli kazancı gazetecilik olmayan grupların ya da iş insanlarının gazeteciliği sahiplenmesinin nasıl yansımaları olduğunu, nasıl bir kısa devreye yol açtığını ve gazeteciliğin sonunu nasıl getirdiğini geçtiğimiz 20-30 yılda hep beraber gördük. Bu modelin çalışmayacağı, çalışsa bile diken üstünde sadece bir süre sürdürülebileceği ve sonunun her an gelebileceği artık sınanmış durumda. Peki bunun yerine ne koyacağız? Ana akımı nasıl kuracağız? Asli işi gazetecilik olan kişi ve kurumların sürdürülebilir gelir modelleri ile bu işi yapmasının sağlıklı olduğu net bir biçimde ortada. Bu modelin nasıl kurulabileceğini düşünürken herkesin ütopik olarak gözlerini çevirdiği bir Guardian modeli var. The Guardian gazetesinin bir ücret duvarı da koymadan küresel ölçekte iyi gazetecilik üzerinden topladığı okuyucu bağışları ve dijital abonelik sistemi üzerinden kendisini var etmesi söz konusu. Şu an itibariyle en ideali medya gruplarının izleyicileri, okuyucuları, dinleyicileri tarafından fonlanabileceği bir model üzerinde durmak. Bir diğeri ise, o medya gruplarının ürettiği ürünler üzerinden fazlaca kar eden Facebook, Twitter, Instagram, Google, Youtube gibi küresel sosyal medya şirketlerinin vergiye tabii tutulmasıyla, elde ettikleri kazancın yeniden özgür ve bağımsız gazeteciliğe aktarılması yönünde bir mekanizma kurulması. Bunların bir kısmı hayal, bir kısmı ise uluslararası ölçekte sınırlı olarak gerçekleşti, ama hepsi bize yol gösterebilecek örnekler.