Günümüzde, bilgi ve iletişim teknolojileri toplumsal hayata tam olarak yayılmış olmasına rağmen, bu teknolojilere dair sorular tükenmiş değil. Özellikle de bilgi ve iletişim teknolojilerinin olanaklı kıldığı yenilikler üretim alanlarına yayılırken ve üretim sürecinde insan emeğinin verimliliğini arttırıp, gerekli insan sayısını azaltırken, teknolojinin insanlık için nasıl bir geleceği biçimlendiriyor olduğu sorusu, pek çok umut ve endişeyle birleşerek, zihinlerde dolaşıyor.
Bu sorunun yanıtını vermek elbette ki kolay değil. Pek çok etkeni bir arada çözümlemeyi ve sadece teknolojiye değil, aynı zamanda da toplumsal yapıya, siyasal alana, ekonomiye içkin iktidar ilişkilerine bakmayı gerektiriyor. Bu yazıda, bu sorunun yanıtını vermeyi denemesem de, bilgi ve iletişim teknolojilerini, ekonomik ve politik bir toplumsal gelişme için nasıl düşünmek gerektiğini ele almaya çalışarak, verilebilecek yanıtlar için bir zemin sağlamaya çalışacağım. Bunu yaparken de ister istemez geçmişe gideceğim. Çünkü tarih yaşanmış ve bitmiş olsa da, değiştirilme ihtimali olmasa da, bugün ve gelecekte neler yapılması gerektiğine dair önemli dersler çıkartmamızı sağlayabilir. Yeter ki biz tarihin bize sağladığı bu bilgileri iyi değerlendirip, eleştirel bir zihinsel süreçten geçirip, o dersleri alabilelim.
Yirminci yüzyılın son on yılında bilgi ve iletişim teknolojileri alanında yaşanan yeni gelişmeler ve ortaya çıkan internet, sayısal televizyon, cep telefonları gibi yeni iletişim teknolojileri uygulamaları alanında yaşanan “devrim” niteliğindeki gelişme, pek çoklarına göre toplumun, ekonominin, kültürün ve politikanın “yeni” biçimini yarattı. Çoklarına göre 21. yüzyıl insanı “yeni zamanlar”da yaşayacaktı.
1990’ları, bilgi ve iletişim teknolojileri açısından niteleyen birbiriyle ilişki içerisindeki üç gelişme vardı. İlk olarak bilgi ve iletişim sistemlerinin birbiri içine geçmesi, yani yayıncılık sisteminin ve telekomünikasyon sisteminin oluşan yeni bilgi ve iletişim ağı üzerinde yakınsaması bir gelişme olarak yaşandı. İkinci olarak, ulusal bilgi ve iletişim sistemleri arasındaki sınırlar ortadan kalkmış ve ulusal iletişim sistemleri sahiplik, üretim, bölgesel ya da uluslararası dağıtım açısından bütünleşerek küreselleşti. Üçüncü olarak ise bilgi ve iletişim sistemleri diğer toplumsal ve ekonomik sistemlerle iç içe geçti, hem finans hem de imalat endüstrileri, küresel bilgi ve iletişim ağı üzerindeki enformasyon akışına eskisinden daha bağımlı hale geldi.
Tüm bu gelişmelerle iç içe olan bir diğer süreç 1970’lerde yaşanan kriz sonrası uygulamaya koyulan ekonomik yeniden yapılandırma programı, bu programa uyumlu bir biçimde 1994 yılında imzalanan GATS anlaşması ile birlikte uluslararası hizmetler ticaretinin serbestleştirilmesi ve temel unsurlar olarak özelleştirme, serbestleştirme ve kuralsızlaştırma politikalarının uygulamaya koyulmasıydı. Aslında iki ayrı aksı oluşturan bilgi ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi ve kapitalizmin 1970’ler sonrasında krizden çıkış için neo-liberal diye adlandırabileceğimiz bu politika setini geliştirmesi süreçleri, maalesef o dönemde oluşan küreselleşme ve yeni dünya düzeni söylemleri içerisinde, birbiri ile zorunlu ve belirlenimci bir ilişki içerisinde kavrandı.
O dönemin küreselleşme ve yeni dünya düzeni söylemleri içerisinde, bilgi ve iletişim teknolojilerine dair tartışmalarda, ulusal enformasyon altyapısı önemli bir yer tuttu. İlk olarak ABD’nin ortaya attığı Ulusal Enformasyon Altyapısı sadece bir altyapı olmanın ötesinde, altyapının işlevleri olması gereken enformasyon, uygulama ve yazılımların yayılması, ağ standartları ve ara bağlantıları olanaklı kılan gönderim protokolleri ve bunları kullanacak olan insanlar gibi bir dizi unsurun toplamı olarak tanımlandı. Ulusal enformasyon altyapısının gelişmesi toplumsal yaşamda önemli değişimler yaratan ve gelecekte eğitim, kültür, bilim ve sanat, sağlık, istihdam, ekonomi, devlet-yurttaş ilişkileri ve ekonominin genel işleyişi açısından önemli fırsatlar yaratması beklenen bir olgu olarak tanımlandı.
Her ne kadar ulusal enformasyon altyapısını kuracak ve işletecek olan temel güç özel sektör olsa da, devlet teknolojik yenilikleri ve açık ağları desteklemek, ağın düzenini, mahremiyetini garanti altına almak, fikri mülkiyet haklarını korumak, evrensel hizmet ilkesine sahip çıkmak gibi konularda gereken yasal düzenlemeleri yaparak ve özel sektörün işlerini kolaylaştırarak bu süreçte kilit bir rol oynayacaktı.
Ancak “Ulusal enformasyon altyapısı” kavramı dolayımı ile başlayan tartışılmalar, sonraki yıllarda iki ana eğilim sergiledi. Bu eğilimlerden ilki, bu altyapıları ilgilendiren politikaların tartışılması ve oluşturulmasının coğrafi olarak küreselleşme çerçevesinde uluslararası kuruluşların inisiyatifine geçmesi ve daha sonra da ironik bir biçimde gelişmiş ülkelerin dahil olduğu G-8’ler gibi uluslararası toplantılara taşınması oldu. İkinci eğilim ise, başlangıçta tamamen altyapı düzeyinde olan politika içeriğinin, giderek bilgi ve iletişim teknolojilerinin ekonomi, gelişme ve toplumsal değişim süreçleri üzerindeki etkilerine doğru evrilmeye başlaması oldu.
Bu eğilimler, toplumların kendi toplumsal, kültürel, siyasi ve iktisadi tarihlerinden ve dolayısıyla gereksinimlerinden yola çıkarak, kendi bilgi ve iletişim teknolojileri politikalarını oluşturmasını engelledi, bu politika oluşturma sürecinde halkın temsilini garanti altına alması beklenen ulusal parlamentoların politikaların oluşturulması sürecindeki inisiyatifini önemli oranlarda azalttı. Uluslararası örgütler eliyle, dönemin koşulları gereği uyulması yapısal uyum politikalarında, her toplumun uyması beklenen bir dizi ilke ortaya çıktı. Bu ilkelere göre, gelişmeyi sağlamanın en iyi yolu özel sektör ve güçlü rekabetti; düzenleme mutlaka esnek olmalı ve zamanını dolduran düzenlemeler ortadan kaldırılmalıdır; erişim açık olmalıydı ve evrensel hizmet mutlaka garanti edilmeliydi.
“Egemen senaryo” olarak adlandırabileceğimiz ve güçlü rekabet, esnek düzenleme ve açık erişim ilkeleri ile çerçevelenen bu senaryoya göre, enformasyon ve iletişim teknolojilerine dayalı ve küresel piyasa önderliğinde bir gelişme için Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Telekomünikasyon Birliği ve bölgesel örgütlenmeler aracılığı ile bilgi ve iletişim teknolojileri sektörlerinin açılması, telekomünikasyon ve yayıncılık sektörlerinin serbestleştirilmesi, bu alanlardaki devlete ait işletmelerin özelleştirilmesi gelişmenin sağlanabilmesinin başlıca adımlar oldu; devlete ise tüm bu süreçte rekabeti ve piyasanın işleyişini kolaylaştıracak önlemleri almak rolü yüklendi.
Bu politikalar aynı zamanda da 1990’lı yıllarda, özellikle Soğuk Savaşın sona ermesi ve SSCB’nin parçalanması ile güç kazanan küresel ekonominin ve bu küresel ekonomi bağlamında açığa çıkan “yeni ekonomi”, “ağ ekonomisi” gibi kavramlarla meşru kılındı.
Bugün bilgi ve iletişim teknolojileri alanının yapılanmasında, tüm toplumlar bu politikaların sonuçlarını yaşıyorlar. Ancak belirtmeliyim ki, bu süreci farklı ülkeler farklı biçimde deneyimledi. Bu deneyimler, belli tarihsel duraklarda yapılan seçimleri yansıtırken, aynı zamanda da farklı toplumların bu teknolojiler dolayımıyla kendi toplumunu, o toplumun kültürel, siyasi ve iktisadi tarihini kavrama biçimlerini de ortaya çıkartıyor.
Bunlardan ABD yaklaşımının başlıca yapısal özellikleri “kendi kendini düzenleme” ilkesini tercih etmesi; özel hukuku kamu hukukunun üzerinde tutması; sanayi politikası yerine geçmeye başlayan devlet önderliğinde bir ticaret politikası; fikri mülkiyet haklarını giderek ekonomik bir çerçeveye yerleş- tirmesi; medya, altyapı ve enformasyon sanayilerinin dikey ve yatay bütünleşmesine engel olacak hükümlerin pek çoğunu iptal etmesi; kamu çıkarını içerik endüstrilerine dair bir kavram olarak kullanması; buna bağlı olarak düzenlemeyi de yeni medya ve sanal alanda içerik ile ilgili olarak ele almasıydı.
AB yaklaşımının yapısal özellikleri ise, kamu hizmeti politik geleneğini sürdürmekteki ısrarı; ulusal kimlik ve ulusal kültüre verdiği stratejik önem çerçevesinde bir içerik düzenlemesi; kamu hukuku ve evrensel hizmet ilkesini, özel hukuk ve özel mülkiyetin üstünde tutması; enformasyon toplumu kavramına ulus üstü bir bütünleşme gündemi olarak yaklaşması; rekabet kurallarını ve düzenlemeleri enformasyon sektörüne ABD’ye göre daha büyük bir ciddiyetle uygulamasıydı.
Doğu Asya ülkeleri ise, enformasyon altyapıları ve hizmetlerinde rekabet açısından devlet ile sanayi aktörleri arasında işbirliğinin sürdürülmesi; ihracata dayalı gelişme modelini ve gelişmiş hizmetler iç pazarında donanım konusundaki engellemelerin sürdürülmesi; enformasyon toplumunu hala sanayi toplumunun kavramları ile görmesi; içerik sektöründen ziyade, altyapı ve donanım sektörlerine vurgu yapması ile diğerlerinden ayrılmaktaydı. Doğu Asya ülkelerinin bu tercihi, onların bir yandan neo-liberal politika setine tam olarak uyum sağlamayı reddetmesine, diğer yandan ise bu politikaların büyük başarısı olarak sembolleşmelerine neden oldu.
ABD, AB bölgesi ve Doğu Asya ülkelerinin, enformasyon toplumunu kavrama ve politik gündem haline getirme noktasında gösterdikleri farklılıklar, aynı zamanda da enformasyon toplumu politikalarına kendi tarihsel ve kültürel özelliklerini katabilmeleri anlamına geldi. Oysa gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler için, özellikle gelişmiş ülkeler ve onların oluşturduğu uluslararası organizasyonlar tarafından belirlenen bir politika çerçevesi oluştu. Gelişmekte olan ya da az gelişmiş diyebileceğimiz bizim gibi ülkeler bu alanda sadece tüketici olarak yer aldı.
Bugüne dek uygulanan, küresel politikaların tüm sonucu bu açıdan bakıldığında masaüstü sömürgecilik oldu. Bu yapıda birkaç hegemonik bloğun oluştuğu ve yerel teknoloji yeteneklerini/kapasitelerini ve gelişme ihtiyaçlarını göz ardı eden bir politika çerçevesinde, küresel düzeyde kurulmuş iletişim ağları ekonomisinin maddi ve gayri-maddi ürünlerinin çevre ülkelere pazarlanması söz konusu.
Bugün bilgi ve iletişim teknolojileri sektörü, 1990’ların başında uluslararası ekonominin merkezine oturduğundan bu yana yaşanan ekonomik krizlere rağmen hala büyümeyi sürdürüyor, ekonomik olarak önemini koruyor. Ancak bilgi ve iletişim teknolojilerini ve bunlar üzerinde gelişen uygulamaları üretmek bakımından ülkeler arasında olağanüstü eşitsizlikler de varlığını sürdürüyor ve giderek açılıyor. Bu durumun bugüne dek bu alanda uygulanan neo-liberal politikaların sonucu olduğundan hareketle, bilgi ve iletişim teknolojileri alanında kamu yatırımlarının, bu teknolojilerin oluşturduğu altyapılarda kamu hizmetinin, geçmiş dönemler gözden geçirilerek yeniden ulusal anlamda politik gündemlere alınması ve bilgi ve iletişim teknolojilerinin tüketicisi değil de, üreticisi olmanın üzerinde düşünülmeye başlanması önem arzediyor.
Diğer yandan, bu teknolojilerin ve mümkün kıldıkları ağlar ve uygulamaların toplumsal hareketlerle ve gündelik yaşamın değişimi ile ilişkilerine baktığımızda, bilgi ve iletişim teknolojilerinin, ağların ve hizmetlerin toplumsal değişimin farklı yanlarıyla oldukça karmaşık bir etkileşime girmiş olduklarını belirtmek gerekiyor. Politikanın yeni bir biçimi bu ağlar üzerinde şekilleniyor.
Bugün İran’ın kitlesel protestolar karşısında internet erişimini engellemesi, otoriter yöneticilerin interneti bir bela olarak görmesi ve uğraşması, internetin ve sosyal ağların toplumsal hareketler açısından önemli olduğu kadar devletler tarafından da önemsendiğinin altını çiziyor. Ancak bu önem internetin ve sosyal medyanın doğası itibarıyla “devrimci” olmasından, küresel bir demokrasiyi mümkün kılmasından kaynaklanmıyor. Hatta, Batı medyasının“internet devrimi”, “twitter devrimi” etiketlendirmelerine yansıdığı gibi toplumsal hareketler ile internet ve sosyal ağların ilişkisini bulanıklaştıran biçimler, bu önemi anlamayı engelliyor.
Teknolojilerin geliştirilip kullanılması ve yaygınlaşması arasındaki zaman kısalıyor, toplumsal düşüncenin teknolojik değişimin etkilerini incelemek ve değerlendirmek için kullanabileceği zaman daralıyor. Bu teknolojiye ve teknolojik gelişime ilişkin eleştirel bir yaklaşımın geliştirilmesini zorlaştırıyor. Eleştirel bir yaklaşımın yokluğunda teknolojiye ve teknolojik değişime ilişkin, Raşit Kaya’nın deyişiyle bir “efsunlanma” ortaya çıkıyor. İşte internet ve internet üzerinde ortaya çıkan daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir iletişimi mümkün kılacağı düşünülen teknolojik gelişmeler, “teknolojik değişimin ve gelişmenin yarattığı efsunlanmanın” açıkça görülebileceği alanlar. Hele de internete ilişkin pek çok şey değişirken ve internet üzerindeki özgürlük alanları giderek daralırken, gerçek dünyadaki ve internetteki eşitlik ve özgürlük taleplerimizin birbirinden bağımsız olmadığını bilerek, toplumsal hareketler ile internet arasındaki ilişkiyi efsunlanmaya düşmeden tekrar ve tekrar düşünmek önemli görünüyor.
Bilgi ve iletişim teknolojilerinin özgür iletişim ve dolayısıyla demokratik bir toplum için taşıdığı olasılıklar ve egemen medya tarafından dışlanan/bilgi olarak kabul edilmeyeni açığa çıkartmasıyla var olan bilgi tekellerini ve elbette bu bilgi tekellerine dayalı iktidarları sarsma potansiyeline sahip. Ancak gelinen noktada, Google’ın internet üzerinde bir kapı bekçisine dönüşmesi, Facebook’un tüm kullanıcıları kendisi için çalışan, içerik üreten gönüllü çalışanlara dönüştürmesi, tüm tercihlerimizi, beğenilerimizi, nerede, ne zaman, kiminle, ne yaptığımızı yani yaşamımızın tüm ayrıntılarının bilgisini toplayan sosyal medya uygulamaları, bu bilginin oluşturduğu büyük verinin toplumsal denetim, gözetim ve hatta yönlendirmeler için kullanılması ile denilebilir ki internet üzerinde küresel şirketlerin çıkarları ile devlet çıkarları birbiriyle uyumlulaşıyor.
Yani internetin hem toplum yararını esas alan bir iktisadi gelişme, hem de demokratik potansiyelini gerçekleştirme olanakları giderek sınırlanıyor. İnternetin biz sıradan insanlara sunduğu etkileşim ya da katılımcılık olanağı, küresel piyasa güçleri tarafından metalaştırılarak ele geçirilirken, devlet çıkarlarıyla bütünleşiyor. İnternetin yarattığı olanaklar otoriter iktidarlar tarafından toplumu kendi çıkarları için manipüle etmek için, büyük devletler tarafından küresel imparatorluk yarışında propaganda zemini olarak ve hatta bir siber savaşı sürdürmek için arsızca kullanılıyor. Google sansüründen, ağ tarafsızlığı tartışmalarına kadar bir dizi değişim yeni bir bilgi tekelinin oluşmaya başladığının bir başka deyişle, internetin var olan iktidar yapıları için en elverişli tasarıma ulaşmaya doğru yaklaştığının delilleri gibi görünüyor.
Bu deliller, tam da bu teknolojilerin demokratik kültürel olasılıklarını ortaya çıkarmak ve onları toplumsal gelişme yararına geliştirmek için ısrarcı politikaları güçlendirmek gereğini açığa çıkartıyor. Yani bir yandan bilgi ve iletişim teknolojileri alanının uluslararası rekabet, istihdam ve ekonomik gelişme açısından hala varolan potansiyellerini gerçekleştirmek için onların üreticisi olmayı hedefleyerek, diğer yandan da demokratik bir toplum için bu teknolojilerin yani bugün için internetin yarattığı iletişim özgürlüğü için ısrar etmek gerekiyor.