Bu makalenin ilk bölümünü Wall Street’te Neler Oluyor? Aysberg’in Görünmeyen Kısmı – 1 başlığı altında okuyabilirsiniz..
Önceki bölümde, Wall Street önündeki işgalcilerin amaçlarından bahsettik. Bugün ve geçmişte Türkiye’den Kuzey Amerika’ya bakıldığında, hayranlık duyulan ve gidilmek istenen bir ülke görülüyor ve gerçek hayatta olanlar çok fazla anlaşılmıyor ama orası da kaynıyor. Neden kaynıyor ve Wall Street protestocularını oraya götüren motivasyon nedir?
Bugün Kuzey Amerika’daki bu hareketin arkasında 1980 ve 90’lardaki bazı değişimler söz konusu. Bunları inceleyelim;
Neden 1980 Sonrası?
1980 ve 1990, bugün Kuzey Amerika iş dünyası ve muhtemelen de Wall Street sokaklarını işgal eden insanların hayatlarında önemli 2 dönüm noktası. Ya da tersine bakalım; küresel sermayenin hayatındaki 2 önemli dönüm noktası.
Bunlardan ilki 1980 tarihi, Amerikan Kongresinden 3 Amerikan firmasının lobi çalışmaları ile geçirilen “Outsourcing” ya da Türkçesi ile “Dış Kaynak”, “Fason”, “Taşaron” çalışmalarının başlangıcıdır.
İkinci tarih yani 1990 ise, belli bir hacme ulaşmış ve ordan büyüyemeyen borsa için yapılan değişikliği işaret eder. Clinton hükümeti döneminde yapılan uygulama ile, borsa sadece belli bir kesim yani zenginler tarafından oynanabilir halden, herkesin erişebildiği ve oynayabildiği hale dönüştü ki örneğin en önemli gruplardan birisi olan Amerikan emeklilik fonları, borsaya erişebilir ve oynayabilir hale geldi. Yani borsaların genişlemeye başladığı dönemdir.
Ama her 2 konuda teknolojinin payını atlamayalım. Hem outsourcing’in yaygınlaşmasında, hem de borsanın büyütülmesinde, teknolojik olanakların yarattığı bir fırsat var. Bu fırsatı görenler ve değerlendirenler ise olayın kazanan tarafı oldular.
Offshore Outsourcing
Dış hizmet alımı olarak Türkçeleştirebileceğimiz, “fason” ya da “taşaron” iş yapma yöntemini anlatan “Outsourcing” Türkiye gibi gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelere heyecan veren bir kelime. Çünkü “0 (sıfır)” TL gelir yerine, “gelişmiş ülkelerden iş almak” dolayısıyla “para kazanmak” anlamına geliyor. Oysa “hizmeti veren” gelişmiş ülkelerin vatandaşları açısından tam tersini ifade ediyor, yani fakirleşmeyi.
Vietnam savaşı karşıtı bir ailenin kızı olan 41 yaşındaki Kanada’lı gazeteci Noami Klein’ın [1] 2000’de yayınlanan ve önemli bir harekete yol açan kitabı “NO LOGO”[2], “outsourcing”in Kuzey Amerika’daki etkilerini çok detaylı bir şekilde anlatıyor.
Bu kitapta, 1980’de ülke içinde, 1985’te ülke dışına açılan “dış hizmet alımı” dalgasında, ortalama 2000 $ maaşla yapılan işlerin, taşaron firmaların hayata geçirilmesi ile ülke içinde 500 $’a yaptırılmaya başlandığı ve 1985 sonrasında ise örneğin Burberry pardesülerin ya da Nike ayakkabıların üretiminde Endonezya’daki ayda 2 $ maaş alan çocuk işçilerin kullanılmaya başlandığı anlatılır.
Özellikle 1985’de ilkinden çok daha fazla sayıdaki Amerikan şirketinin baskısı ve lobi çalışmaları ile Amerikan Kongresinden geçirilen “offshore outsourcing” Kuzey Amerika’daki işlerin, Uzak Doğu’ya, daha düşük işçi ücretlerinin olduğu ülkelere kaydı.
Klein, Kuzey Amerika’daki çalışanların bu yeni gelişmeyi 8 yıl sonra yani ancak 1988’de farkına vardıklarını ve sokaklara dökülerek “Where is My Job (benim işim nereye gitti)” diye bağırdıklarını, pankart açtıklarını anlatır. Bugünkü Wall Street isyancılarının ya da Seattle ve Cenova’da sokakları dolduran, camları kıran G8 protestocularının ilk nüvesi o günlerde başlamaktadır.
Bu aynı zamanda bugün “küresel sermaye” olarak adlandırdığımız “sermayenin küreselleşmesi” yolundaki parasal hareketlerin ilk başlangıcını oluşturuyor.
Olayı kısaca özetlersek; Kuzey Amerika’da 1980’lere kadar yükselen çalışan hakları (2.emeklilik, lojman, araba, sağlık sigortası vsvs) ve paralelindeki sendikalaşma, şirketlerin üstüne çok önemli bir yük getirmeye başladığında, üstelik bu yük “büyük bir risk”i de taşımaya başladığında, yani artık karşılanamaz duruma geldiğinde, Amerikan sermayesi bu “outsourcing”i icat etti.
“Küçük Güzeldir”
“Outsourcing”, İngiliz ekonomist E. F. Schumacher’in 1973’de tam da petrol krizi ve küreselleşmenin başlangıcında yayınladığı kitabı “Small is Beautiful”un[3] yorumlanmasıyla geldi.
“Bigger is Better” yani “Büyük daha iyidir” ifadesinin tersi olan “Küçük güzeldir”in şirketlere uygulanışı, örneğin yemekhane’nin önce yemek şirketine dönüşmesi, sonra dışardaki bağımsız bir yemek şirketinden satın alma yapılmasını getirdi.
- Bu durum, esas şirket için “core business’e” odaklanma, diğer işleri fatura karşılığı satın alma, bu hizmet için belirsizlik yerine, bütçeye belirli bir rakam koyabilme, dolayısıyla örneğin “patateslerin bozulması” sonucu oluşan zararın üstlenilmekten kaçınılması anlamına geliyordu.
- Yemek yapan şirket ise, “core business”ini geliştirebiliyor, daha ucuza mal edebiliyordu.
Bu uygulama, 1980’lerin sonunda çalıştığım Nasaş Aluminyum fabrikasında gördüğüm ve anlamını tartıştığımız için yemekhane örneği ile verildi ama sadece yemek değil, bugün artık normal görüyor olsak da, eskiden olmayan “lojistik”, “bilgi işlem”, “idari işler”, “temizlik”, “güvenlik” gibi pek çok alana yayıldı.
Böylece şirketler, büyük ve bir araya geldiğinde önemli bir tehdit (grev-yüksek gider-risk) anlamına gelen işçi yüklerinden kurtuluyor. Daha küçük ve manevra kabiliyeti yüksek şirketlerden alım yaparak tasarruf edebiliyor ve büyüyebiliyordu. Bu durum rekabeti de yanında getirdiğinden, bir sürü küçük şirket arasından en uygun fiyatı verenden alım yapılabiliyordu.
Küresel Sermaye
1980’lerde “Küçük (şirket) Güzeldir”[3] ya da “Kar Merkezleri” gibi farklı sözcüklerle anlatılan bu gelişme, firmaları rahatlattı, şirketlerin hacmini küçültürken, kazançlarını katladı ve böylece dev sermayelerin doğmasına ve devamlı büyümesine neden oldu.
Öyle ki, Forbes’ın bu yıl verilerine bakarsanız, en zengin 400 Amerika’lı[4] listesindeki kişilerin varlığı, ABD ve Avrupa’daki krize rağmen 1 yılda % 12 artarak 1,5 trilyon toplam değere ulaşmış gözüküyor. Özellikle dünyanın krizle çalkalandığı bir dönemde, ilginç bir istatistik.
Üstelik Forbes bu raporunda, listedeki dolar milyaderleri arasından bir ya da bir kaçının “trilyon $” varlığa ulaşmasının da yakın bir tarihte mümkün olabileceğini tahmininde bulunuyor.
Küresel sermayenin Amerika’da konuşlandığı görülmesine karşın, yukarıda da belirttiğimiz gibi, “Amerika” bugün artık küresel sermayenin kendisi değil, yönettiği bir unsur. Ulus devletlerle, küresel sermayenin çarpıştığı ve dünyanın bugün 180 kadar olan devletinin, 2000’lere kadar bölünmesinin hedeflendiği ifadelerini internette her yerde rahatlıkla bulabilirsiniz.
Amerikan sermayesi, kazandığı parayı kendisine ayırıyor, Amerika’ya pay fazla düşmüyor. Ülkemizde de sık sık vergi ödememesi ile tartışılan Google’un, kazandığı paranın vergisini kendi ülkesi olan Amerika’ya da ödemediğine, vergi cenneti bir adada işlem yaptığına dair makaleleri ve de açılan soruşturmayı[5] hatırlayacaksınız..
Yani, küresel sermayenin başlangıç tarihini 1980 olarak verebiliriz. Slovak felsefeci Slavoj Žižek[6] son kitabında, bugünün insanının 1800’lerde elde ettikleri insan haklarının üzerine yeni bir şey koymadığı iddiasında bulunuyor. Galiba haklı.
Sonuç olarak, Wall Street İşgalcilerinin isyanı muhtemelen bunlara. Ama sadece bu değil, bir sonraki bölümde 1990 sonrası yapılan diğer değişiklikleri anlatacağım.. Bu bölümü Wall Street’te Neler Oluyor? Amerikan Borsaları 1990’da Genişledi – 3″ başlığı altında okuyabilirsiniz..
[1] No LOGO
[2] Noami Klein
[4] The Forbes 400 : The Richest People in America
[5] Google’s Tax Investigation
[6] Slavoj Žižek